19 May
İÇİMDEKİ HİKAYELER -1-

SARI SAÇLI KIZ

                 “Sofrayı kur kızım, birazdan baban eve gelir!..”         Annesi bu cümleyle kendisine her seslendiğinde, saatin yedi olduğunu anlıyordu… Kısıtlı harçlıklarını biriktirerek aldığı kitaptan başını isteksizce kaldırdı…

         “Biraz da maydanoz doğra!... Neden bu kadar tembelsin anlamıyorum; yakında senin de bir evin olacak. O zaman yanında yemeklerini yapacak annen de olmayacak!”

         Artık bu cümleleri sık sık duymaya başlamıştı…  Derin bir iç çekti… Henüz on yedi yaşındaydı oysa. Yaşıtları üniversite sınavlarına hazırlanırken, onun liseyi bitirecek kadar uzun süre okuyabilmesi bile şanstı… Babasını bu konuda ikna etmek hiç de kolay olmamıştı. İmam Hatip Lisesi’ne gitmesi şartıyla ve annesinin ısrarıyla kabullenmişti… İki ay sonra okul bitiyordu… Tüm arkadaşları, hayatlarının bir sonraki belirsiz aşamasının büyük heyecanını yaşarken, o içindeki büyük boşlukla baş etmeye çalışıyordu…

         Duvara iyice yaslanmış yatağından doğruldu… Yatağının ayak ucuna, kapısı ancak açılacak kadar bir mesafeyle yerleştirilmiş küçük bir gardırop ve neredeyse yatağı ile yapışık tahta bir masa, tüm odayı dolduruyordu. Karşı duvar ve yatak arasında ancak seccade serecek kadar bir alan kalıyordu… Her şeye rağmen odası onun sığınağı gibiydi… Hayatın bütün zorunluluklarından uzaklaşıp, sadece kendine ait küçük bir dünya yaratabiliyordu burada… Beyninin içine ne annesi ve ne de babası giremezdi ya! Ne isterse özgürce hayal edebilirdi… Soluk yeşil renkli, yer yer çatlamış duvarda asılı olan küçük aynaya gözü ilişti… Koyu kahve gözleri hüzün doluydu. Taradıkça kabaran kalın telli kumral saçları omuzlarına dökülüyordu… Babası gelmeden önce toplaması gerekiyordu… Oldum olası sevmemişti saçlarını…

         “Neyse ki dışarıda örtünün altındalar… Kimseler görmüyor!” diye düşündü hoyratça fırçalarken… Avuçlarına aldığı kalınca bir saç tutamını kıvırıp, klipsli bir toka ile kafasının arkasına rastgele tuttturdu… Loş odada esmer teni daha da koyulaşmış gibi geldi ona… Aynaya neredeyse yapışacak kadar yaklaştı ve yüzünü buruşturdu.

         “Keşke biraz daha uzun olsaydım!” diye mırıldandı… “Emre’nin beni hiç görmemesine şaşmamalı!”

         Emre, annesinin haftada bir kez temizliğe gittiği, cadde üzerindeki bahçeli evde oturan ailenin, kendi yaşındaki en küçük oğluydu… Uzun boyu ve geniş omuzları, sporcu kimliğini ele veriyordu… Buğday teni, muzipçe bakan yeşil gözleri ve alnına sürekli düşen parlak bir tutam düz saç, kalbini yerinden hoplatmaya yetiyordu… Her sabah okula gitmek için durakta otobüs beklerken, Emre’nin de okul servisi aynı saatlerde gelirdi… Hep aynı sarı saçlı kızın yanına gülerek oturmasını ve onunla hemen koyu bir sohbete başlamasını kalbi acıyarak seyrederdi…

         Hayallerinde o sarı saçlı kız kendisiydi… Farklı bir ailesi, gittiği farklı bir okul ve farklı bir hayatı vardı… Emre onu da, rüzgarda özgürce uçuşan sarı saçlarını da çok seviyordu… Kimselerin görmesinden çekinmeden arkadaşlık yapabiliyorlardı… Üniversite sınavında aynı okulu ve aynı bölümü kazanıyorlardı… Okul bitince evleniyorlar, büyük aydınlık bir evde yaşamaya başlıyorlar ve sarı saçlı çocukları oluyordu… Sonsuza kadar hep servisin içindeki gibi gülüşüp, konuşuyorlar ve çok mutlu oluyorlardı…

         Eğer gece ise, yatağının içinde hep bu hayalle uykuya dalardı… Gündüz hayalleri ise genellikle annesinin ona bir iş buyurması ile nihayete ererdi…

         Odasından çıkıp, kısa ve dar koridoru geçerek mutfağa girdi… Annesi arkası dönük, ocağın başında, elindeki kaşıkla tenceredeki pilavı kontrol ediyordu… Geniş kalçaları dışında, annesine ne kadar benzediğini fark etti… Büyük ihtimalle ileride onunkiler de genişlerdi… Otuz yedi yaşında olmasına rağmen ne kadar da yaşlı görünüyordu…

         Arkadaşlarının anneleri ile olan ilişkilerine imrenirdi… Onunla hiç arkadaş gibi sohbet etmezdi annesi… Bu belki de biraz kendi ketumluğundan kaynaklanıyor olabilirdi. Genelde evde kendi içine kapanır ve kafasının içinde yarattığı o güzel hayatın doyasıya tadını çıkarırdı… Anne ve babasının sorularını cevaplamak bile ona yük gibi gelirdi… Gene de annesinin yeri onun için farklıydı… Onu çok sevdiğini bakışlarından anlardı… Bu bakışlar bazen derin bir iç çekişle sonlanırdı… Annesine ne olduğunu sorduğunda bir cevap alamazdı… Kendisini doğurduktan sonra, bir daha anne olamayacağını öğrendiği için miydi bu hüzün acaba?... Yoksa biricik kızının geleceği için mi endişeliydi? …

         Anne ve babası görücü usulü evlenmişler; birbirlerini evlendikten sonra tanımışlardı… Babası, mahalledeki küçük hırdavatçı dükkanını kendi babasından devralmıştı… Annesinden on altı yaş büyük; omuzları ağır bir yük altındaymış gibi sürekli eğik; evde pek konuşmayan ve çok ender gülen; kolay sinirlenen ve parlayan bir adamdı… Anne ve babasının tek ortak yanlarının, beş vakit namazları olduğunu düşünürdü her zaman… Sert yapısı ile, kızıyla arasına kırılmaz bir duvar örmüş ve kendisinden hep uzak tutmuştu…  Kızı büyüdükçe koyduğu her yeni kural da bu duvarı iyice sağlamlaştırmıştı…  Babasının evde olması, onda hep bir tedirginlik duygusu yaratır, diken üstündeymiş gibi hissetmesini sağlardı… Kendi doğumuyla birlikte, annesinin bir erkek evlat verme ihtimalini ortadan kaldırdığı için mi ona düşmandı acaba? Bunu hiç çözemeyeceğinin farkındaydı…         Hayatın ne anlamı vardı… Anne ve babası evlenmişler ve tekdüze bir hayatın yükünü üstlenmişlerdi… Her ikisi de evde kendilerine düşen görevleri sessizce kabullenmişlerdi… Hiçbirisinin hayatlarından şikayet ettiklerini duymamıştı… ancak yüzleri de çok ender güldüğünden, mutlu olup olmadıklarını gerçekten bilmiyordu ve bunu sormaya cesareti de yoktu… Bir keresinde annesine soracak olmuş ve “yaradana teslimiyet” ile ilgili, çok da anlayamadığı bir cevap almıştı…

         Gem vuramadığı ve nedenini dahi bilmediği bir isyan, dışarı çıkmak için, içini kemirip duruyordu…  Ne yapıp edip bu kısır döngüyü tersine çevirecek bir yol bulmalı;  tanımadığı bir adamla evlenmemeli; üniversite sınavlarına girmeli; mezuniyetten sonra kariyer elde edeceği ve para kazanacağı bir işi olmalı; Emre’nin kendisini fark etmesini sağlamalı; sarı saçlı kızın kaderi kendi kaderi olmalıydı…

         “Sofrayı kur kızım, birazdan baban eve gelir!..”

         Pilav tenceresinin önünde, elinde kaşık olduğu halde, kulağına gelen kendi sesi ile irkildi… Önündeki on yaşlarındaki esmer küçük kız gözlerinin içine bakıp, “hangi tabakları götüreyim anneciğim?” diye soruyordu…


         İpek Çerçi Akar

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.