25 May
İÇİMDEKİ HİKAYELER - 2 -

HAYATIN ELLERİ         

Metrelerce yukarıya uzanan yüzeyi dümdüz kaya bloğunun ortasında, kayaya saplanmış boltun ucundaki ekspres kayışını sıkıca kavramış halde, boşlukta sallanıyordu… Kafasını aşağıya doğru indirdiğinde sadece hareket eden koyu gri bir sisle karşılaştı… Zemini görmek imkansızdı… Ne kadar yüksekte olduğunu kestiremiyordu… Yağmurdan dolayı kayganlaşmış düz duvarda ayaklarını sabit tutamadığını hissetti. Ayaklarında tırmanış ayakkabıları yerine günlük makosenleri vardı… “Bu nasıl olabilir?” diye düşündü dehşetle… Aniden çıkan rüzgar onu tırmanış ipinin ucunda ağırlığı olmayan bir balon gibi savurmaya başladı… Kırbaç gibi çarpan yağmur damlaları yüzünü acıtıyordu… Kalbi hızlanmaya başladı ve kendisinden daha yukarıda olduğunu bildiği ancak görüş alanında olmayan arkadaşı Burak’a can havliyle seslendi… Emniyet kemerinin karabinasından geçip Burak’la bağlantısını sağlayan halat, birdenbire yukarıdan boşalarak üzerine yığıldı… Kulaklarında patlayan bir kahkaha ile Burak’ın haykıran sesini duydu!... “Ben gidiyorum dostum!... Seni bekleyemem… Yukarıda görüşürüz!” İçi öfke, isyan ve endişeyle doldu… En yakın arkadaşı bunu ona nasıl yapabiliyordu…  Rüzgar daha da şiddetlenmişti… Haykırmak istiyordu ama boğazından nedense ses çıkmıyordu… Birdenbire kayaya saplanmış bolt yerinden çıktı ve vücudu boşlukta hızla düşmeye başladı… Koyu sisi yararak inerken, rüzgar, direnci ile tüm vücudunu sıyırıyordu… Gözlerini korkuyla sımsıkı yumdu ve zemine çarpacağı anın şiddetini daha yerle temas etmeden tüm hücrelerinde hissetti…

          Sessiz bir çığlıkla koyu bir karanlığa uyandı. Dirseklerinden destek alarak, terden sırılsıklam olmuş yastığından başını kaldırdı… “Gene aynı kabus!” diye söylendi kendi kendine… “Ne zaman bitecek bu işkence?” Yastığını sağ eliyle ters çevirip, kafasını iç çekerek geri bıraktı…

         “Bir zamanlar ne kadar özgür ve mutlu olduğumun hiç farkında değilmişim…” diye düşündü… Çok sevdiği kaya tırmanışları ve dağ bisikletiyle yaptığı geziler gözlerinin önünden geçti… Dudaklarının ucu hafifçe yukarıya doğru kıvrıldı… En çok sevdiği, yılların arkadaşı olan Burak vardı her mutlu anında ve anısında… Yumruklarını sıkarak tekrar yüzünü buruşturdu…         “Keşke seni hiç tanımamış olsaydım, keşke ilkokulda yanıma hiç oturmasaydın… Yüzünü şeytan görsün!” Şimdiki yaşı olan otuz ikiden geriye doğru giderek, kaç yıl önce tanıştıklarını hesaplamaya çalıştı… Yirmi beş yıl olmuştu…

         Terden dili damağına yapışmıştı… Yatağının yanı başında duran su dolu bardağa doğru uzandı… Karanlıkta elini denk getiremedi ve bardak komodinin kenarından kaydı… Halıya düşmesine rağmen kırıldı…

         “Neyse ki gürültü olmadı… Yoksa annem uyanıp, benim için heyecanlanırdı” diye geçirdi aklından… Yataktan eğilerek yerdeki kırıkları görmeye çalıştı… Babası da hasta yatağında az bardak kırmamıştı… Hastanede kaldığı iki ay boyunca kimseye yük olmamaya, her işini mümkün olduğunca kendisi görmeye çalışmıştı… İnsanlardan bir bardak su bile istemeye çekinecek kadar ince ruhlu bir adamdı… Gene de içtiği son bardak suyu gene o, kendi elleriyle içirmişti babacığına… Dün gibi hatırlıyordu o küçük hastane odasını… Babası hasta yatağının içinde küçücüktü… Hasta olmadan önceki heybetli görünüşünden eser kalmamıştı… İstanbul’da parmakla gösterilen başarılı avukatlardan biriydi babası bir zamanlar… Altı ay içinde pankreas kanserinden eriyip ellerinden kayıp gideceğini nereden bileceklerdi… Odaya girmeden önce konuştuğu doktor, “Artık her şeye hazırlıklı olmalısınız.” demişti… Sessiz bir hıçkırıkla sarsıldığında, omuzlarında hissettiği el gene Burak’ınki olmuştu…

         Aynı günün akşam saatlerinde o küçük odada, babasının elleri kendi avuçlarının içerisindeyken yolcu etmişti sonsuzluğa… Annesi, babasının gidişini çok daha metanetle karşılamıştı… Kendisi belki de otuz altı saatlik uykusuzluğun etkisiyle olduğu yerde yıkılıp kalmış, geri kalan tüm enerjisini de babasının arkasından tüketmişti… Burak yanında olmasaydı, annesi Burak’a oğlunu eve götürmesini söylemeseydi, o arabaya hiç binmemiş olsaydı, kendisi şimdi bu sefil halde olur muydu acaba?

         Tam üç yıl iki ay beş gün önce, 27 Mart 2016 da saat tam 19:32 de yapmıştı kazayı Burak… Kendisi o anı hiç hatırlamıyordu, çünkü arabada uyuya kalmıştı… Görenler Burak’ın kırmızı ışıkta geçtiğini ve sağdan gelen bir kamyonun kendi tarafındaki kapıya hızla bindirdiğini söylemişlerdi. Burak yara bile almadan kurtulmuş, ancak o belinden hasar almış, iki operasyona rağmen bacaklarını kullanamamaya başlamıştı… Babasını kaybetmenin üzerine, iki hafta komada kalıp, uyandığında bacaklarını bir daha kullanamayacağının haberini almak, fazlasıyla ağır gelmişti ona… Burak’ın onunla konuşma ve görme taleplerini hep reddetmiş, o dönemden sonra onu yok saymış ve hiç affedememişti… Burak’ın ismi geçtiği anda kızgınlıkla elleri titremeye başlar, öfkeden gözleri kararırdı… O hayatının celladıydı… Kabuslarının baş kahramanıydı… Kendisi tekerlekli sandalye ile evde koridorlarda volta atarken, o kim bilir hangi dağ tepede özgürce dolaşıyordu… Kendi hayatı yirmi dokuz yaşında bitmişti oysa… Bacakları yoksa, istediği gibi hareket etmekten acizse, en sevdiği sporları yapamıyor, en yüksek dağlarda dolaşamıyor, ormanlarda bisiklet süremiyor, araba kullanıp işine gidemiyorsa; hiçbir zaman sevdiği bir kızla dans etme ihtimali bile olmayacaksa ne içindi yaşamak.

         Her gece gördüğü kabustan uyandıktan sonra, bu düşüncelerle sabahı ederdi… Perdelerin arasından sızan ışık yeni günü haber veriyordu… Uyanmanın, kahvaltı etmenin, yardımcılarla zorunlu ihtiyaçlarını karşılayıp temizlenmenin, annesinin zorla eline tutuşturduğu gazeteleri, kitapları okumanın ve her gün boşu boşuna gelen, sabırla bacaklarını oynatan fizyoterapistin ne anlamı vardı ki…  Hayatının daha ortasında bile değilken bir hayatı kalmamıştı işte… Annesi zorlama bir neşe ile odasına girdiğinde bu düşünceler içindeydi…

         “Haydi kalk bakalım tembel çocuk! Yat yat nereye kadar!”

         “Güldürme beni anne… Bacaklar sağlam da biz mi kullanmıyoruz?”

         “O zaman sağlam gibi düşün.. Sen eksik değilsin yavrum… İstediğin her şeyi belki farklı şekilde, ancak gene de yapabilirsin… Her türlü imkanımız var biliyorsun… Yeter ki sen iste… Bak hala güzel bir işin var… Evden de yürütebileceğini söylediler… Ama sen günlerini kendine acımakla geçiriyorsun… Gençsin, yakışıklısın, çok güzel bir mesleğin var… Gözlerin görüyor, ellerin sağlam, zehir gibi bir zekan var… Neden bunların farkında değilsin oğlum!...”

         “Yeter anne!... Beni hiç anlayamıyorsun değil mi… Bunları duymak istemiyorum artık, beni lütfen rahat bırak biraz…”

         Annesi ne zaman konuşmaya başlasa, içindeki isyan ve ümitsizlik birdenbire alevleniyor, kontrol edemediği bir patlama ile dışarı püskürüyordu… Annesinin durumu hafifletmeye çalışan çabaları her seferinde bu yoğun öfkenin altında ezilip yok oluyor, ya da cümleler havada oldukları yerde buz keserek asılı kalmaktan kurtulamıyorlardı…

         “Tamam canım sustum, sen sinirlenme yeter ki!” Memnune hanım, yüzüne sahte bir gülümseme kondurarak, pencereye doğru yürümeye başladı.

         Amacı annesini üzmek değildi… Babasının matemini bile tutamadan, kendisi ile uğraşmak zorunda kaldığının farkındaydı… Ancak omuzlarındaki ağırlığı yok farz etmesini hiç kimse bekleyemezdi ondan… Memnune hanım yüzünü gülerek maskelese de, gözlerindeki hüznü oldum olası gizleyemiyordu… Belki de Çınar annesini çok iyi tanıdığı için görebiliyordu bunu… Annesinin yüzündeki derinleşmiş çizgiler çekti dikkatini… Annesi hep güzel ve zarifti… Beyaz tenini ondan almıştı… Üç yıl önce de bu çizgiler var mıydı acaba… Perdeleri açarken odaya birdenbire dolan ışıkla birlikte, ince silüeti belirdi pencerenin önünde… Bir an arkası dönük, pencereden dışarı baktı… Döndüğünde, yatağın yanında, yerdeki halının  üzerindeki cam kırıkları çarptı gözüne…

         Heyecanla “Ayy bunlar nasıl oldu… Ayaklarına batabilirdi…” diye bağırdı… Oğlunun bakışları, onun yürüyemediğini hatırlattı kendisine ve lafı çevirmeye çalıştı… 

        “Hemen toplayalım da birine zarar vermesinler…”

         Telaşla odadan çıkarken bir yandan da yardımcılara sesleniyordu: 

        “Fatma hanım, bir çöp torbası ve elektrik süpürgesiyle Çınar’ın odasına gel. Bardak kırılmış. Toplarken ellerine dikkat et. Hülya hanım, Çınar uyanmış. Kahvaltısını verelim de sabah ilaçları geç kalmasın… Bugün fizyoterapist erken gelecekti”

         “Başlıyoruz zorlama bir güne daha!” diye düşündü iç çekerek. “Haydi bakalım!”

         İki saat sonra sabah rutinleri yapılmış, Annesi tarafından her gün olduğu gibi özenle giydirilmiş ve hiç istemediği halde elektrikli yürüyen sandalyesine yerleştirilip biraz güneş ışığı alması için verandanın bahçe manzarasına hakim, en güzel noktasına konumlandırılmıştı bile… Annesi yanına günlük gazetelerle birlikte, onun ilgisini çektiğini bildiği, doğa sporlarıyla ilgili dergiler bırakmayı da hiç ihmal etmezdi… Oysa üç yıldır kapaklarını dahi açmadığının farkındaydı… Bir gün birdenbire sihirli bir değneğin ona dokunup tüm ruh halini değiştireceğini mi düşünüyordu acaba… Dudaklarının kenarı acı bir tebessümle kıvrıldı… 

        Demir bahçe kapısının gıcırtılı açılma sesi, kulaklarını dolduran kuş cıvıltılarının arasında parazit etkisi yaptı… Başını istemsiz bir şekilde o yöne çevirdi. İçeri giren kişinin arkasında kalan güneş, yüzünü görmesine engel olsa da, gördüğü uzun boylu ve ince yapılı erkek silüeti kanını dondurmaya yetti… “Burak mı bu? Ne cesaret!” diye düşündü öfkeyle… Burak çoktan yanına gelmiş, önünde ayakta duruyordu… Ancak eski ışık ve enerji dolu Burak gitmiş, en az 15 kilo daha zayıf; yosun yeşili gözleri ışıltısını kaybedip, koyu renkli iki çukurun dibine çökmüş; yaşama sevinci içinden çekilip alınmış; geniş omuzları bile sanki daralmış, bambaşka bir Burak gelmişti yerine… Belki de eskiyi hatırlatan, sadece hala parlak kumral saçlarıydı… Gördüğü görüntüyü hazmetmeye çalıştığı sırada, konuşmasına engel bile olamadan, arka arkaya kulaklarına gelen kararlı cümleleri duydu…

         “Biliyorum Çınar, beni görmek bile istemiyorsun… Çok haklısın ve kendimi savunmaya gelmedim sana… O gece Ekrem amcanın ölümüyle ben de çok sarsılmıştım ve o kırmızı ışığa dikkat etmeden geçmem yüzde yüz benim hatam… Bunun özrünün olamayacağının farkındayım. Kendime lanet okumadan geçen tek bir günüm bile olmadı… Senin yaşadığın tüm acıları ben de içimde hissettim… Hala da hissediyorum. Yaşadığın her şeyin suçlusu sadece benim… Ne kadar üzgün olduğumu söylemem de hiçbir şeyi düzeltmeyecek farkındayım… Keşke her şeyi yeni baştan yaşama şansımız olsaydı… Senin yerine seve seve yan koltukta ben otururdum inan bana…”

         Çınar, arkadaşının omuzlarının daha da çöktüğünü ve gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle silmeye çalıştığını gördü… Şu anda, yıllardır biriktirdiği öfke, kızgınlık ve nefret duygularını haykırması lazımken, içinde neden anlamsız bir sızının dans ettiği koca bir boşluk vardı anlayamıyordu… Ne olduğunu bile bilmediği kelimeler yumağı boğazını tıkamış, yukarıya çıkamıyordu… Gözlerini Burak’tan alamıyor, hareket dahi edemiyordu.

         “Beni affetmeni istemek için gelmedim.” diye devam etti Burak iç çekerek. “Sadece seni görmek için geldim. Çünkü bir daha bu şansı bulamayabilirim. Sadece kendi bencilliğimden yani.” Acı bir gülümseme, yüzünü iki saniyeliğine doldurdu ve geçip gitti… “Bana lösemi teşhisi kondu Çınar. Hızlı ilerleyen bir türmüş. Acilen hastaneye yatmamı ve tedaviye başlamamı istiyorlar. Hastalığın seyri nasıl olacak bilmiyorum… İyileşsem bile aylarca izole bir odada kalmam gerekecek… Büyük ihtimalle de o odadan hiç çıkamayacağım… “

         Çınar’ın içindeki boşluk büyük bir şaşkınlık ve isyanla doldu… Ağzını sanki bir şey söylemek için aralamış, ancak sanki o an bir fotoğrafta sabitlenmiş gibi donmuş kalmıştı…        “Kardeşim inan kendim için hiç üzgün değilim… Belki de bu yaşayacaklarım, sana çektirdiklerimin bir karşılığıdır… Eğer bir gün tekrar karşına çıkarsam, umarım her şeyi silip yeniden başlarız. Ancak görüşemezsek lütfen sendeki hayatı ikimiz için yaşa… Ama gerçekten yaşa…”

         Çınarın, iskemlenin kolçaklarına sıkı sıkıya kenetlenmiş parmaklarına baktı Burak. Sağ eline doğru uzandı ve avuçlarını ellerinin üzerine koydu… Yeşil gözlerini arkadaşının gözlerinin içine dikti… “Hoşça kal dostum!” dedi…

         Bahçe kapısının gıcırtısını ikinci kez duyduğunda, Burak çoktan gitmişti yanından… Kaç saat sürmüştü bu konuşma? Ya da kaç saniye… Çınar’ın içindeki boşluk, uzun süredir hissetmediği duygularla dolup taşıyordu… Sevgi, hüzün, üzüntü, pişmanlık… Belki de sadece beş dakika süren bu zaman dilimi sonrasında ne değişmişti ki hayatında… Kendini sanki bedeninin dışından seyrediyordu… Bedeni de, içinde barındırdığı düşünceler de çok yabancıydı artık ona… Öfke, kızgınlık, kin gözlerini kör mü etmişti üç yıl boyunca… O doğaya aşık, canlıların her çeşidinin savunucusu, güçlü empat kişiliği nereye kaybolmuştu? İşte o arkasını dönüp giden, hayatta kendine en yakın kişi, en sevdiği can dostu değil miydi? Neyin uğruna reddetmiş, ne için düşman olmuştu ona… Arabayı kendisi kullansa, o üzüntü ve kafa yorgunluğu ile aynı hatayı yapma ihtimali hiç mi yoktu? Belki de Burak, duyduğu bu suçluluk duygusu nedeniyle hasta olmuştu… Büyük ihtimalle, onu sürekli reddetmesinin de etkisi vardı… Bu kadar hassas ve duygusal bir insanın bu hatayı bilerek yapmasının ihtimali var mıydı? Sırf hayvanlara yardım edebilmek düşüncesiyle veteriner olmuş, cebinde taşıdığı parazit ilaçlarını gördüğü her başıboş hayvana içirmeye çalışan birinin üstelik…

         Hangisinin durumu daha kötüydü?... Burak yaşamla ölüm arasındaki bir ipin üzerinde duruyordu… İp de pamuktandı üstelik. Kendisi bacaklarını kullanamıyordu doğru… Ancak bunun dışında çok sağlıklıydı… Üstelik fizyoterapisti biraz çaba gösterirse, koltuk değneklerine geçebileceğinin işaretlerini gördüğünü söylemişti geçen gelişinde… Bu bir motivasyon cümlesi de olabilirdi belki… Ama denemenin ne zararı vardı… İçinde küçücük bir yaşama sevinci kıvılcımının parladığını hissetti… Bu kıvılcımı büyük bir ateşe çevirebilir miydi?

         Burak’ın iki avcunun içerisine almış olduğu sağ eline baktı… O sıcaklık hala teninin üzerindeydi… Onun dokunuşu sanki sağlam, çalışan, hayat dolu ellerini yeniden hatırlamasını sağlamıştı. İlk defa görüyor gibi iki elinin parmaklarını da açarak seyretmeye başladı. İşte bu ellerden kuvvet alarak ayağa kalkacaktı…Hayatın elleri kendisine uzanıyorsa, cevapsız bırakmayacaktı… Onlara işte bu ellerle sarılacaktı… Hem de sımsıkı… 


           İpek Çerçi Akar

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.