31 May
İÇİMDEKİ HİKAYELER - 3-

ATEŞ BÖCEKLERİNİN DANSI         

Denizden yetmiş metre yükseklikteki falezlerin üzerinde aynı bankta yan yana, vücutları yapışmış, elleri birleşmiş halde uçsuz bucaksız denizi seyrediyorlardı. Sabahın bu erken saatlerinde deniz çarşaf gibi dümdüz oluyordu… O kadar berraktı ki kademeli derinleşmesini, keskin renk değişikliklerinden fark edebiliyordunuz. Etrafta sadece kuş cıvıltıları, ağaçların yapraklarının hafif rüzgarla yaptıkları dansın uğultusu ve zaman zaman birkaç metre arkalarındaki yürüyüş yolunda sabah koşusuna çıkanların ayak sesleri duyuluyordu… Çevrelerindeki yemyeşil doğa ve önlerindeki ufuk çizgisinde öpüşen deniz ve gökyüzünün her tondaki mavisiyle, neredeyse derin bir hipnoza girmiş, sessizce uzakta bir noktada kenetlemişlerdi gözlerini.  “Aşk yan yana oturup birbirinin gözlerinin içine bakmak değil, beraberce oturup uzakta aynı noktaya bakabilmektir!” diyordu bir yazar… Sanki onları tarif ediyordu. Beraberken aralarındaki sessizlik onları hiç rahatsız etmez, bu boşluğu, gereksiz laf kalabalıkları ile doldurma çabalarına girişmezlerdi. Bir arada olmak, dokunuşlarını hissetmek, enerjilerinin karışarak ruhlarının birbirine değmesi onlara yetiyordu. Bazen insanların adet yerini bulsun diye birbirlerine ağız alışkanlığı ile söyledikleri “varlığın yeter” cümlesi, kelimelerin de, maddeselliğin de ötesine geçen sıra dışı ilişkilerini çok iyi tanımlıyordu.

         Atilla ilk kez arkadaşı Eda’nın resim sergisinin açılış kokteylinde görmüştü onu… Üzerindeki salaş şeffaf yeşil tuniği ve bileklerinden büzgülü mor şalvarı ince ve narin bedenini sarıyordu… Ateş kızılı saçlarını sarı, yeşil ve mor desenli bir şifon fularla toplamıştı… Renkli seramikten iri takıları, ışıltısını daha da gözler önüne seriyordu… Arkası ona dönüktü ancak elinde tuttuğu bol buzla dolu kocaman bir bardak dolusu kırmızı renkteki içkisinin, vişne soda olduğunu tahmin etti. Çünkü kendi elinde de aynısından vardı…  Önündeki beş kişilik grup onu ilgi ve kahkahalar eşliğinde dinliyordu. Diğer eli havada, anlattıklarına sürekli hareket halinde eşlik ediyordu… Yarım saat boyunca kafasını dahil olduğu sohbete verememiş, yüzünü görebilmek için türlü pozisyonlara sokmuştu kendini Atilla… En sonunda Eda’nın o gruba girip konuşmaya başladığını görmüş ve bu fırsatı kaçırmamak için harekete geçmişti. Yanlarına gidip Eda’yı başarılı sergisi için tebrik etmiş ve onun kendisini grupla tanıştırmasını sabırsızlıkla beklemişti… Diğerlerinin ellerini ilgisizce sıkmış, en sonunda sıra ona gelmişti.

         “İşte bu da benim çok sevdiğim yetenek fışkıran ressam arkadaşım Çimen… Yirmi beş senelik ayrılıktan sonra aramıza yeniden katıldı… İtalya’dan ülkeye yeni döndü”

         Atilla’nın gözleri, koyu kızıl kirpiklerin çevrelediği açık ela gözlerle buluşmuştu nihayet… Gülümseyen beyaz tenli yüzünde bir gram makyaj yoktu. Burnunun üzerindeki açık renk çillerin çocuksu havası ile, güldüğünde gözlerinin kenarlarında oluşan mimik kırışıklıkları, enerjisinin tazeliği ve yaşının olgunluğu arasındaki tezadı ortaya çıkarıyordu sanki…  Atilla ruhlarının, vücutları dışında dans ettiğine yemin edebilirdi. Bu çekimi isimlendiremiyordu… Şimdiye kadar beraber olduğu kız arkadaşlarının hiçbirinde böyle bir duygu yaşamamıştı… Ona göre aşk, birbirini tanımayan iki insanı yaklaştırmak için, hormonların kısa bir süreliğine yarattığı yüksek frekanslı şehvet, beğeni ve hayranlık karışımı bir enerji kokteylinden ibaretti. Tanışma ve yakınlaşma başladıktan sonra, aşkın görevi biter, şiddeti her geçen gün azalır, eğer yerini çok daha derin duygular almazsa da ilişkinin bir süre sonra bitmesi kaçınılmaz olurdu…

         Sanat tarihi bölümünde başarılı bir akademisyen olmasının verdiği bir alışkanlıkla, güzelliğin her türünün arkasını araştırma isteği, onu Çimen’e doğru bir mıknatıs kuvvetiyle itmişti…  Atilla, evrenin önüne çıkardığı her deneyimin içine sorgusuz daldığı gibi, bu çekimi de çok fazla irdelemeden ve direnç göstermeden kabullendi ve hoşnutlukla anı yaşamaya başladı…

         Atilla’nın Çimen’de bıraktığı ilk etki ise bu kadar çarpıcı olmamıştı… Çimen elli beş yıllık hayatının verdiği tecrübelerle olayları akışına bırakır ve herhangi bir konuda olumlu ya da olumsuz yargıya varmakta acele etmezdi… Hayat da, insanlar da oldukları gibi kabul edilmeliydi ona göre… Kendine göre değillerse, onları değiştirmeye çalışmadan, oldukları yerde bırakır, çekip giderdi… Bu, gereksiz çatışmaların ve akıntıya kürek çekmenin önüne geçiyordu… Ancak kendini iyi hissettiriyorsa ve mutlu ediyorsa, sezgilerinin sesini dinler ve hayatın kendi yolunu bulması için bıraktığı işaretlerin peşine düşerdi. Atilla, hoş bir enerjisi olan, yakışıklı, kültürlü, donanımlı bir gençti… Bakışlarından onunla ilgilendiğini anlamamak imkansızdı… Kendisinden bayağı genç olmalıydı… Hayata onun gibi geniş bir perspektiften bakan birisi için yaş konusu bir tabu olamazdı tabii… Kendine ait sanat galerisinde küratörlük yapan eski kocası Giovanni, kendisinden yedi yaş daha küçüktü… Yirmi beş yıllık bir evliliğin ve yirmi üç yaşındaki bir kız evladın ardından, ikisinin de hayattan beklentileri değiştiğinde, evlilikleri de sona ermişti. Kızı seçimini Milano’da kalmaktan yana kullanmış, o da gençliğinin en güzel günlerini geçirdiği ve ailesinden kendisine miras kalan Antalya’daki bahçeli şirin evine geri dönmüştü…

         O gece her ikisi de saatlerce sohbet etmenin keyfini yaşamış; tanışmalarının bir tesadüf olmadığı ve bunun sonrasının da olacağı hissiyle ayrılmışlardı birbirlerinden. Öyle de olmuştu… Birbirlerine hiçbir açıklama ya da itirafta bulunmadan sadece kalplerinin sesini dinlemişler, anın sihirli rüzgarına kendilerini bırakarak savrulmalarına izin vermişlerdi… Çimen, bir arada oldukları mucize dakikaları hediye gibi görüp, bununla yetinirken; Atilla otuz yaşının bitmek tükenmek bilmez geleceğinin her anında, Çimen’le olabilmenin yollarını arıyordu. Evlilik konusunda onu henüz ikna edebilmiş değildi… Çimen derin hayat görüşü ile mutlu olabilecekleri denli birlikte kalacaklarını biliyordu. Ancak Atilla çok gençti ve değişim kaçınılmazdı… O vakit geldiğinde Atilla’nın önünde bir engel teşkil etmek istemiyordu. O böyle bir kadın değildi. Bunu Atilla’ya anlatmaya çalıştığında her seferinde bir öpücükle susturuluyordu. Hayatının her noktasında Çimen’de yanında olsun istiyordu… Bunun ilk adımını bugün atmaya kararlıydı Atilla…

         Kırk beş dakikadır bankta aynı pozisyonda denizi seyrediyorlardı. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen, güneş yükseldikçe etkisini de göstermeye başlıyordu yavaş yavaş.  Mayısın sonuydu ve Antalya sıcağı artık iyice hakkını vermeye başlamıştı. Zaman zaman önlerinden geçenler onların samimi hallerine bakıp içtenlikle gülümsüyor, hafif bir selam vererek geçiyorlardı.

         “Acaba nasıl bir ilişki gördükleri?” diye aklından geçirdi Çimen. “Anne oğul mu, teyze yeğen mi, abla kardeş mi?” Sonra da neşeyle güldü. Atilla, Çimen’in sesliği bozmasıyla “Ne oldu?” diye sordu merakla.

         “Yok bir şey canım!” dedi kıkırdayarak Çimen. Dönüp Atilla’ya baktı. Denizin mavisi, gözlerinin yeşilini daha da mı belirginleştirmişti ne? Saçlarını taramadan çıktığı belliydi… Parmaklarıyla tepesindeki güneşte pırıldayan asi bir tutamı düzeltmeye çalışırken Atilla Bileğinden yakaladı ve avucunun içini öpüverdi. Ona bakan gözlerinde bir endişe bulutunun gelip geçtiğini gördü Çimen.

         “Kararlı mısın” dedi Atilla’ya. “Sence zamanı geldi mi? Biliyorsun benim için hiçbir önemi yok… Kimsenin onayına da ihtiyaç duymamalıyız”

         “Ama o benim annem. Herhangi bir kimse değil. Artık hayatımda önemli bir ilişki olduğunu bilmeye hakkı yok mu sence? Tüm hayatımı birlikte geçireceğim kişiden bahsediyorum” Elini Çimen’in saçlarında gezdirirken sevgiyle yüzüne bakıyordu. Kızıl saçlarında güneşin yarattığı, oynaşan küçük kıvılcımlar, bir süre sonra ateş böceklerine dönüşüveriyordu.

         “Saçlarındaki ateş böceklerinin farkında mısın?” dedi muzipçe. Çimen düşünceli görünüyordu.

         “Atilla’cığım seni çok iyi anlıyorum. Ben de annen olduğu için endişeliyim zaten. Benim yüzümden aranızda bir sorun çıksın istemiyorum. Bizim ilişkimiz kolayca anlaşılabilecek bir durum değil. Annenin de anlamasını beklemek iyimserlik olur. O tipik bir anne gözüyle, yaşıtın bir kızla evlenip torun torbaya karışmanın hayalleri içindedir büyük bir ihtimalle. Sana bir çocuk veremeyeceğimin farkındasın değil mi?”

         “Sence istediğim çocuk mu? Öyle dayanılmaz bir çocuk ihtiyacı içine girersek de Çocuk Esirgeme Kurumundan evlat ediniriz olmaz mı?”

         “Benim yaşımdaki bir kadına kundakta bebek vereceklerini mi sanıyorsun? Ancak on beş yaşındaki bir ergeni alabiliriz!” 

        “Tamam o zaman, biz de o asi, baş belası ergeni alıp adam ederiz olmaz mı.” Bir el hareketi yapıp gülerek Çimen’in yüzüne baktı. “Bakıyorum sıra çoktan çocuğa bile gelmiş. Haydi gidip güzel bir kahvaltı hazırlayayım bize!... Tabii kendime sucuklu sosisli, dört yumurtalı bir omlet, sana da tofulu, zeytinli domatesli bol çayırlı çimenli bir vegan tabağı!”

         Gülerek kalktılar. İkisinin de kalplerini sıkıştıran ayrı endişeler vardı. Çimen, Atilla’yı üzmemek için zaten evlenmemeleri gerektiğini, dolayısıyla da annesinin ilişkilerini bilmesine gerek olmadığını açıkça dile getiremiyordu. Atilla ise annesiyle en uygun dille nasıl konuşacağının derdindeydi… Gene de her zaman olduğu gibi birlikte oldukları anları kaçırmamak adına, endişelerini derinlere gömmeyi tercih ederek günlerine başladılar.

         Atilla annesinin kapısını çaldığında gün akşama yaklaşmıştı. Annesi onun geleceğinden habersizdi. Böyle sürprizleri pek sever, oğlunu görmek onu çok mutlu ederdi. Kapıyı açtığında her zamanki sevinç çığlığını attı:

         “Ayy benim yakışıklı oğlum gelmiş!” İçeri girmesini beklemeden, büyük bir sevinçle oğluna sarıldı ve kokusunu uzun uzun içine çekti!”

        “Anne boğuyorsun beni! İzin ver de içeri gireyim.” Müberra hanım oğlunun geçmesi için iki adım geri çekilirken, bir yandan da sevgiyle seyrediyordu onu.

         “Gel oğluşum gel. Dur bir sana uzun uzun bakayım. Neredeyse bir haftadır gelmiyorsun. İşlerin çok mu yoğun? Neden gelmeden haber vermedin. Sana sevdiğin pırasalı börekten yapardım. Dün bir tepsi yapıp teyzene götürdüm. Kalabalık misafiri vardı. Keşke sana da ayırsaydım… Biliyor musun Eda’nın okulu bitmiş. Yurt dışından geçen hafta dönmüş. Hani Elif hanımın İngiltere’de mimarlık okuyan küçük kızı. Sen çok severdin onu..”

         Müberra Hanım oğlunun cevap vermesini beklemeden ardı ardına konuşuyordu…  Söylediklerine cevap almak için değil, içindekileri boşaltmak için konuştuğunu biliyordu Atilla!... Dışa dönük ve sosyal bir kişiliği vardı annesinin… Yirmi beş yıllık kocası Behzat Bey’i beş sene önce kaybettikten sonra, hayatını arkadaşları ve kendisiyle doldurmaya çalışıyordu… Alışkanlıklarına ve geleneklerine bağlı, anneliğin hakkını fazlasıyla veren, hamarat, becerikli bir kadındı o. Hiç çalışmamış, iş hayatı içinde hiç bulunmamış olmasına rağmen, keskin zekası sayesinde her konuda söyleyecek bir fikri ya da önerisi olurdu. Bunda çok okumasının ve gözlem yeteneğinin katkılarının büyük olduğunu düşünürdü Atilla. Üniversite okumuş olsaydı, mesleğinde de çok başarılı bir kadın olurdu büyük bir ihtimalle…

         “Seni biraz zayıflamış buldum. Hiç yemek yemiyorsun değil mi? Dur sana bir tabak hazırlayayım… Çayım da taze.” Müberra hanım konuşmasına devam ederek mutfağa daldı… Annesinin dedikleri havada dans ederken, Atilla lafa nereden gireceğinin hesabını yapıyordu. En iyisi onun söyleyecekleri bitene kadar beklemek, sonra da bombayı patlatmaktı… Sessizce annesini takip etti. Eline, zeytinyağlı biber dolması, patates salatası, kabak mücveri otlu poğaça dolu koca bir tabak tutuşturup salona gönderdi. Ardından içinde Atilla için büyük bir kupa, kendisi için de ince belli klasik bir bardağa doldurduğu çaylar olan küçük bir tepsiyle o da geldi. “Artık çayı şekersiz içmeye başladım.” dedi memnuniyetle… Atilla hafifçe gülümsedi. Orta boylu ve balıketi bir yapısı olan annesini hiçbir zaman ince ve narin bir vücutla hatırlamıyordu. Beyaz teni, siyah saçları düzgün bir burnu ve şekilli dudaklarıyla, gençliğinde alımlı olduğu belli olan güzel bir kadındı Müberra Hanım. Her zaman özenli ve bakımlı olmaya çalışır ancak giyiminde klasik olmayı tercih ederdi. Atilla elindeki tabağı kucağında tutuyor ve annesinin konuşmasını bitirerek sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Müberra hanım sitemle Atilla’nın elindeki tabağa baktı.

         “Ama on dakikadır bir şeye dokunmadın mı? Aşkolsun sana!.”

         Atilla hiç dokunmadığı tabağı koltuğunun yanındaki sehpaya, çay kupasının yanına dikkatlice koydu. Annesine doğru eğilerek konuşmaya başladı:

         “Anne sana söylemem gereken önemli bir şey var!”         “Hayırdır oğlum? Kötü bir şey değildir inşallah!”

         “Aslında benim için çok güzel bir gelişme. Altı aydır birlikte olduğum birisi var… Birbirimizi çok seviyoruz ve çok mutluyuz. Ben onunla evlenmeyi düşünüyorum” 

         “Ne diyorsun? Harika bir haber bu! Nihayet karar verdin demek evlenmeye. Nasıl sevindim anlatamam. Ama aşk olsun sana, altı aydır berabersin ve bana şimdi mi söylüyorsun bunu? Neyse neyse belki de hissettiklerinden emin olmayı bekledin… Kim bu kız, iş yerinden mi? Bir mesleği var mı, nereli?” Annesi yeniden sazı eline almış, karşılığını beklemeden soru üstüne soru sormaya başlamıştı. Sesinin tonundan çok sevindiği ve heyecanlandığı belli oluyordu… Alıştıra alıştıra konuya girmeliydi Atilla. Temkinli bir ses tonuyla konuşmaya başladı:

         “İsmi Çimen ve bir ressam…”

         “Ne güzel bir ismi var. Demek sanatçı. Sanatçılar biraz farklı olurlar. Ama olsun. Antalya’da mı yaşıyor?”

         “Şu anda Antalya’da. Daha önce İtalya’daymış… Orada bir İtalyan’la evliymiş. Boşandıktan sonra Türkiye’ye geri dönüş yapmış.” Müberra Hanım’ın yüzünde bir bulut dolaşmaya başlamıştı… Belirgin bir şekilde düşen ruh halinden belli oluyordu. Kaşlarının arasında bir çizgi belirmiş, bir kaşı havaya kalkmış, dudaklarındaki gülümseme solmuştu. Tedirginliğini saklamaya çalışarak sordu:

         “Çocuğu var mı?”

        “Var anne. Bir kızı var!”

        Kısa bir suskunluktan sonra, annesi olayı hazmetmek için konuşmaya başladı… Aslında kendi kendini konunun çok da üzerinde durulmaması gereken, önemsiz bir ayrıntı olduğuna ikna etmeye çalışıyor gibiydi.

         “Demek boşanmış ve bir de kızı var. Bu aklıma gelmemişti. Ama günümüzde çok da sık oluyor böyle durumlar değil mi… Mutsuz bir evliliğin ardından elinde bebeği ile boşanan çok kadın görüyoruz. İkinci evlilikleri de çok başarılı olabiliyor. Biraz geniş düşünmek lazım tabii. Önemli olan senin mutluluğun çocuğum. Hazır bir çocuğun olacak yani… Ben de birdenbire babaanne mi olacağım?” Yüzünde tedirgin ve zorlama bir gülümseme belirdi. “Sonra da ikinizin ortak bir çocuğu olur tabii. Sen kabullendikten sonra, kim ne diyebilir ki oğlum?”

         Hayretle annesinin söylediklerini dinliyordu Atilla. Çimen’in boşanmış ve çocuklu bir kadın olmasının bile büyük olaylara neden olacağını düşünmüştü. Ancak annesinin sadece onun mutluluğunu istediği belliydi… İçinde küçük bir umut kıvılcımı parladı…

         “Teşekkür ederim anne. Böyle düşünmen beni çok mutlu etti.” Ayağa kalktı ve annesinin oturduğu ikili kanepeye, onun yanına ilişti. Elini avucunun içine aldı ve gözlerinin içine bakarak, tedirginliğini saklayamadığı bir ses tonuyla devam etti:

         “Bir konu daha var anne. Aynı anlayışı göstermeni umuyorum.” Annesi korkulu bir sesle tahminlerini sıralamaya başladı…

        “Hay Allah! Beni korkutma oğlum… Kız müslüman değil, mi? Ermeni mi yoksa?... Hapse mi düşmüş? Polisle mi başı dertte? Terörist mi? Yoksa ailesinde mi sorun? Eski kocası mı peşini bırakmıyor? Aman sana bir zarar vermesin!”

         “Yok anne yok!” Atilla annesinin girdiği paniğin farkındaydı… Tepkisinden korkmaya başlamıştı.

         “Sakat mı, kör mü? Çocuğu mu engelli? Hay Allah!.. Down sendromlu mu?  Başımıza gelenlere bak! Ömür boyu bakmak zorunda kalacaksın!”

         “Ne alakası var anne! Biraz sakin olur musun?”

         “Peki o zaman nesi var bu kızın? Söylesene evladım?”         “Aramızda biraz yaş farkı var anne!”

         “Bu kız ressam olduğuna göre, Güzel Sanatlar Fakültesini de en erken yirmi, yirmi bir yaşlarında bitirmiştir. Sen sadece otuz yaşındasın. Aranızda on yaş fark bile olsa ne olacak oğlum? Kafana taktığın şeye bak!”

         “Hayır anne, öyle değil. Benim kafama bir şey taktığım da yok zaten. Benden büyük olan o!” Müberra hanım, birdenbire oturduğu yerde dikleşti ve arkasından gelecek cevabın korkusu içinde sordu:

         “Ne kadar büyük yani? Kaç yaşında oğlum?”

         “Elli beş yaşında anne!” Müberra Hanım, birdenbire derin bir nefes aldı ve gülmeye başladı…

         “Hay Allah!... Kalbime indirecektin evladım… Şakanın sırası mı şimdi?”

        “Anne!..”

        “Ay dur bir saniye!... Elli beşmiş. Şebek seni! “Şimdi de kahkahalar atıyordu… Böyle bir şey ihtimal dahilinde bile olamazdı ona göre…

         “Anne lütfen beni dinler misin? Bak ben gülmüyorum. Rica ediyorum.” Müberra hanımın gülmekten vazgeçmesi biraz zaman aldı. Atilla’nın gözlerindeki hüznü ve yüzündeki ciddiyeti en sonunda fark etmişti.

         “Ne yani, ciddi olduğunu söylemeyeceksin herhalde!”         “Evet anne evet!... Ciddiyim evet! Ama lütfen sakin olmaya çalış. Onu gördüğünde anlayacaksın zaten. Hiç elli beş gibi değil. Ruhu benden bile genç. Zaten ben de onun bu yanını seviyorum. Ona baktığında bedenini değil, ruhunun, kalbinin içini görüyorum… Benim mutlu olmamı istiyorsun değil mi anne?”

         Çaresiz bir acelecilikle aklına ilk gelenleri söyleyerek annesini ikna etmeye çalışıyordu. Kendi ağzından çıkanlar kulağına ulaştığında, bu durumu açıklamaya çalışan cümlelerinin ne kadar yetersiz olduğunun farkına vardı.  Durum, başkalarının gözünden bakıldığında zaten fazlasıyla absürttü. Çimen’e karşı hissettiklerini anlatacak kelime dağarcığına sahip değilmiş gibi geldi ona… Ya da bunu açıklayabilecek kadar derin anlamlara sahip bir lisan yoktu Dünya üzerinde… Kendisini çok aciz hissetti. Annesini bu şoktan çıkmaya ikna edebilmesi imkansız gibi görünüyordu… Annesinin hiç durmadan kurduğu cümleler, yanından bir kurşun hızıyla geçip gidiyordu.

         “Farkında mısın oğlum? Ben elli üç yaşındayım. Benden bile iki yaş büyük bu kadın. Sen annenden büyük bir kadınla evlenmeyi nasıl düşünebilirsin? Elli beş yaşında bu kadın elli beş. Genç gösteriyor diyorsun!... Elli beş yaşında bir kadın ne kadar genç gösterebilir ki? Otuz beş mi, kırk mı, kırk beş mi? Sen kırk olduğunda o altmış beş olacak farkında mısın? Kırk beş olduğunda da yetmiş!... Tanrım aklımı koru benim!”

         “Anne lütfen sakin ol. Evet farkındayım tüm bunların… Lütfen beni biraz anlamaya çalış. Bu bir anlık heves değil. Başka bir şey.”

         “Hayır oğlum. Bu benim anlayabileceğim bir durum değil ve olamaz. Kendi hayatını mahvedeceksin. Gençlik yılların bu kadının yanında tükenecek. Sonra artık sana yetmediğini anladığında da sen yaşlanmış olacaksın, hiçbir genç kadın seni istemeyecek… Çocuk sahibi olma fırsatın elinden kayıp gidecek. Benim gördüklerim ve senin görmediklerin işte bunlar. Üstelik herkes size bıyık altından gülecek. Toplumda bir yeriniz olamayacak. İş yerindekiler seninle alay edecek” Atilla sesinin yüksek çıkmasına engel olamayarak patladı.

         “Öyle olacaksa bile ne olmuş anne, ne olmuş yani? Başkalarının düşünceleri için değil, kendim için yaşıyorum. Sonuçta ben istediğim hayatı yaşayacağım ve mutlu olacağım. Lütfen sen de benim için mutlu olmayı dener misin? Bak bu ilişki hiç ruhun bile duymadan sürüp gidebilirdi. Ama sen de benim hayatımın içinde ol istiyorum. Seni mutlu olduğum şeylerin dışında tutmaya gönlüm razı gelmiyor. Seninle her şeyimi paylaşmak istiyorum. Seni Çimen’le tanıştırmak istiyorum. Tanıdığında içindeki bütün endişeler bitecek biliyorum.”

        “Beni o kadınla tanışmaya kimse ikna edemez. Senin hayatını göz göre göre mahvetmene seyirci kalamam. Lütfen oğlum. Gözlerin kör olmuş senin. Gerçekleri gör. Nasıl bir kadın kendisinden yirmi beş yaş küçük bir erkekle evlenmek ister? Hele sen beş yıl sonra aynı duygular içinde olacağını mı sanıyorsun? Lütfen anneni dinle biraz.”

        “Bu konuşma hiçbir yere gitmeyecek anne. Ben gidiyorum. Sen de bu durumu hazmetmeye çalış biraz. Sırf ayrılmamı istiyorsun diye ayrılacak değilim ondan!”

         Kalkıp, kararlı adımlarla kapıya doğru gitti Atilla… Annesi, şimdi cümlelerini haykırarak fırlatıyordu ardından…

         “Atilla! Böyle kalkıp gidemezsin!... Henüz konuşmamız bitmedi… Yanlış yapıyorsun oğlum, çok yanlış… Böyle yaparsan birbirimizi kaybederiz farkında değil misin!”

         Kendini caddeye atmıştı bile… Ne kadar zor bir durumda olduğunun farkındaydı. Bir tarafta yalnız yaşayan annesi, diğer tarafta Çimen… Sevdiği kadın… İkisinden de vazgeçemezdi. Peki dengeyi nasıl sağlayacaktı?  Kendini Çimen’in huzur dolu kollarına bırakmayı istiyordu… Gerçekten de “Çimen” ve “huzur” kelimeleri tam anlamıyla örtüşüyordu. Altı ay önce, kendi küçük dairesinden Çimen’in evine taşınmıştı. Bu süre boyunca kavga, tartışma ya da çatışmaya sahne olmamıştı bu ev… Saatler boyu konuşup, saatler boyu susabiliyorlardı hiç rahatsızlık duymadan. Bu basmakalıp, kuru, sıradan değil, bir lezzeti, tadı, farklı bir rengi ve akışı olan bir ilişkiydi. Bunu her ikisi de biliyordu ve diğer insanların bunu görüp görmemesi ya da takdir edip etmemesi ilişkilerini hiçbir şekilde etkilemeyecekti. Ama konu annesiydi işte. Arabanın içinde bu düşüncelerle Çimen’in evine doğru yaklaşırken telefon çaldı. Annesiydi. Hemen kaldırıma yanaşıp arabayı durdurdu.. Konuşurken söylediklerine odaklanmak istiyordu.

          “Efendim anne!.”

        “Kucağıma tüm bunları atıp, sonra da arkanı dönüp gidemezsin. Madem bana anlattın, demek ki onayımı almak istiyorsun. Yanlış mı düşünüyorum.”

         “Evet sana anlattım, çünkü mutluluğuma ortak olmanı istiyordum. Yaşadığım bu ilişki oyun ya da heves değil anne. Kabullenmen beni mutlu eder. Ama onayın olsa da, olmasa da devam edecek bilgin olsun.”

         Atilla öfke dolu isyanının sesine yansımasına engel olamıyordu… Oysa kontrollu ve kararlı olmak zorundaydı. Annesinin ciddi ancak sakin sesi ona biraz umut verdi.         “Kabul onunla tanışacağım. Oğlumun hayatını gasp eden kadın kimmiş görmek istiyorum. Sana hiçbir şeyin sözünü vermiyorum. Yarın akşam yemeğe gelin.”

         “Tamam anne geliriz. Lütfen kendini doldurma yarına kadar. Sadece ön yargısız tanış onunla olmaz mı?”

         “Ben sadece senin iyiliğini istiyorum. Biliyorsun değil mi?”

         “Evet anne tabii. Yarın görüşürüz!”

         “Ah oğlum benim!.”

           Ferforje bahçe kapısından geçip, evin kapısına kadar kayrak taşlarıyla döşenmiş dar patikayı geçti Atilla. Her iki yanda da Çimen’in ektiği mevsimlik çiçekler neşeyle şarkı söylüyordu. Bahçe duvarının dibindeki büyük dut ağacı beyaz tatlı meyvelerinin ağırlığı ile eğilmişti neredeyse. Arka bahçede de limon ve kiraz ağacı ile devasa bir arokarya vardı. Bahçedeki bitkilerde bir düzen ve simetriden çok, belirgin bir kaos hakimdi. Kendiliğinden büyümeye karar veren yabani otlar, çiçekler ve meyve fidanları Çimen’in himayesindeydi. Japonların, karmaşanın içindeki güzellik ya da hataların içindeki mükemmeliği arayan “wabi – sabi” felsefesine hayrandı Çimen. Hayatını da bu felsefe üzerine kurmuştu. Zorlayıcı kurallarda bir akış yoktu ve kimseyi de mutlu etmezdi ona göre. Doğallık, sezgileri izlemekten gelirdi. Yaşadığın hayat seni mutlu ediyorsa doğru yoldaydın. Akan duyguları elindeki fırça aracılığı ile renklere bürünür ve tuvalde kendilerine ait olan noktaya yerleşirlerdi doğaçlama bir neşeyle.

          Anahtarla eve girdi Atilla. Bahçedeki zengin kalabalık, kendini evin içinde de renkler, tablolar, biblolar, kumaşlar ve objelerle gösteriyordu… Ruhu sanki evinin içine taşmıştı Çimen’in. “Şimdi atölyede olmalı.” diye düşündü. Arka bahçeye bakan camlarla çevrili verandaya girdi. Şövalesinin başında, bitirmek üzere olduğu yağlı boya tablosuna doğru eğilmiş, kondurduğu bir rengin şimdi neden kaçıp gittiğini araştırıyor gibi dikkat kesilmişti. Çimen’in arkasından usulca yaklaşıp sarılıverdi Atilla.

         “Mutluluğun resmini mi yapıyorsunuz bakalım Çimen Hanım?”

         “Tabii kii!... Benim yaptığım her resim mutluluğun kendisi.” diye kıkırdadı Çimen.

             “Mutluluğun resminde her renk var çünkü.”

         “Evet. Sanırım biz de yarın akşam annemle birlikte grinin her tonunun içine gömüleceğiz. Bizi yemeğe çağırıyor.”

         “Gerçekten mi? Nasıl karşıladı? Yemeğe çağırdığına göre sanki kabullenmeye hazır gibi ne dersin.”

         “Kafasından neler geçirdiğini bilmiyorum gerçekten. Çok tepkiliydi aslında. Dayanamayıp evi terk ettim. Sonra da arayıp yemeğe gelin yarın dedi. Bak istemiyorsan gitmek zorunda değiliz. Üzülmeni hiç istemiyorum.”

         “Sen hiç endişelenme tatlım. Beni kimse üzemez… Çoktan aştım bu üzülme olaylarını ben.” Sevgiyle Atilla’nın gözlerinin içine baktı. “Sen de kafanı takma olur mu. Kimse bizim ilişkimizin yanlış olduğu kararını veremez. Bu doğru bir ilişki çünkü. Güzel şeyler her zaman doğru değildir ama doğru şeyler her zaman güzeldir!” Bir iç çekerek devam etti. “Bir gün mutsuz olma ihtimalimiz varsa eğer, o ana kadar mutluluğun içinde kaybolacağız. Biz çoktan hayatın kabuğunu kırıp, gerçeği yaşamaya cesaret ettik… Buna cesareti olmayanların gözlerinin içine soktuğumuz, hiç ulaşamayacakları gerçek mutluluk ihtimali onları rahatsız eden.”

         “Bilmez miyim hiç.” Atilla en yakın arkadaşının kendisine yaptığı “Oedipus Kompleksi” yakıştırmasını düşündü. Oedipus’un babasını öldürüp annesi ile evlenmesine dayanan yunan mitolojisindeki bu hikaye, Freud’un erkek çocukların annelerine olan ilgisi nedeniyle, ilişkilerinde hep annelerini araması düşüncesine temel olmuştu. Oysa o, annesinin boğan aşırı sevgisinden hep sıyrılmaya çalışmıştı. Onun aradığı anne değil, ruhuna değebilecek bir ruhtu. Çok şükür ki, kim ne derse desin bulmuştu bile.

         Ertesi gece çok çabuk geldi. Çimen özenle beyaz şifon, uzun bir tunik, renkli iri desenli bol bir şifon pantolon giymiş, aynı renklerde doğal taş takılar takmıştı. Ateş kızılı saçlarını serbest bırakmıştı. Yüzünde her zaman olduğu gibi hiç makyaj yoktu. Koyu vegan kimliği, hayvanların denek olarak kullanıldığı her türlü sektörü protesto ediyordu çünkü. Gerçi Atilla’ya göre onun zaten makyaja ihtiyacı yoktu. Belki yediği bol meyve ve yeşilliklerden dolayı, yüzünde ne sarkma, ne de belirgin bir kırışıklık vardı… Güldüğünde gözlerinin kenarında beliren mimik çizgileri dışında… Gülmek de, bu çizgiler de, onun hayata duyduğu sevincin kanıtı gibiydi…  Çiçek ve tatlı götürmekte ısrar etmişti Çimen… Çiçeklerin kopartılmasına da karşı olduğundan, bahçesinde ürettiği beyaz inci çiçeklerini, kendi boyadığı seramik bir saksıya ekmiş, mor bir kurdeleyle süslemişti. Gene kendi elleriyle yaptığı, unsuz, rafine şekersiz, meyve kuruları ve cevizle dolu kurabiyeleri cam kapaklı porselen bir kaba doldurmuştu.

         “Ne kadar ince ve düşüncelisin.” demişti Atilla. Ama o bir sürü şey hazırlamıştır şimdi.  Yorulmana gerek yoktu.

         Müberra Hanım gerçekten de akşam yemeği için bütün gün hazırlık yapmıştı. Aslında sadece kafasını meşgul etmek istemişti. Aklına oğlunun kendisinden bile büyük sevgilisi geldikçe öfkeden yüzü kızarıyor, eli ayağı titriyor, tansiyonu çıkıyordu. O kadına nasıl davranacağını da, ne konuşacağını da gerçekten bilmiyordu. Tüm gün birçok kereler onları çağırarak hata yaptığını düşündü ve davetini geri çekmemek için kendini zor tuttu. Ancak işin ucunda oğlunu kaybetme ihtimali vardı ve oğlu bunun sinyalini vermişti. “İnşallah zıvanadan çıkmam.” diye düşündü. “Ah Behzat iyi ki bunları görmedin. Kederinden bir kez daha ölürdün yoksa.” Özenle hazırladığı masasını gözden geçirdi. Kendisi için bir prestij meselesiydi ne de olsa. Menüde Hasan Paşa Köfte, ciğerli iç pilav, salata, zeytinyağlı fasulye, yoğurtlu közlenmiş patlıcan, yoğurtlu havuç tarator ve kabak mücver vardı. Tatlı olarak da Antalya’ya özel tahinli ve cevizli fırında kabak tatlısı yapmıştı. Misafirleri için ayırdığı tiril tiril beyaz masa örtüsü fonda gayet güzel duruyordu. Özel günlerde kullandığı beyaz antika porselen takımları ve gümüş çatal bıçak takımlarına, gene gümüş yuvarlak peçeteliklerin içinden geçirilip tabağın üzerine özenle yerleştirilen, kumaş beyaz peçeteler eşlik ediyordu. “Çimen Hanım adab-ı muaşeret görsün bakalım!” diye geçirdi içinden.

        Kapının çalmasıyla irkildi. Yemek masasının yan duvarındaki konsolun büyük aynasında kendisini inceledi. Sonra yavaş adımlarla kapıyı açmaya gitti. Karşısında sevgili oğlu Atilla ve yüzünde kocaman bir gülücük, elinde saksıda çiçek olduğu halde tüm ışıltısı ile Çimen duruyordu.

         “Gerçekten de en fazla otuz yedi otuz sekiz gösteriyor!” diye kendine itiraf etmek zorunda kaldı Müberra Hanım. Yüzüne zorlama olduğu açıkça görülen bir gülümseme kondurmuştu. Yan tarafa çekilerek geçmelerine izin verdi. Atilla elindeki porselen kurabiye kabını göstererek, Çimen sana elleriyle sağlıklı kurabiye yaptı anne. İçinde un da şeker de yok. “Sanki benim yaptıklarım sağlıksız!” diye geçirdi aklından Müberra Hanım.         Çimen elini uzatırken, “Sizi tanıdığıma çok memnun oldum Müberra Hanım’cığım!” diye şakıdı. Müberra Hanım isteksizce bu eli sıkarken, sadece başını sallamakla yetindi. Salona sessizce geçip oturdular. Karşısında gördüğü fotoğraf Müberra Hanım’ı çok rahatsız etmişti ve bu rahatsızlığın derecesinin hızla yükseldiğini hissediyordu. Bu pişkin kadının evlerinde ne işi vardı, onu nasıl kabul etmişti hiç bilemiyordu. Şimdiden pişmanlığın zirvesindeydi. Atilla sessizliği bozmak zorunda hissetti:

         “Anne gene döktürmüşsün gerçekten, ellerine sağlık! Keşke sana Çimen’in vegan olduğundan söz etseydim. O et de, yumurta da, süt ve süt ürünleri de yemiyor.”

         Müberra Hanım alaycı bir ses tonuyla konuştu: “A demek öyle.. Yazık ona… Bir tek zeytinyağlı fasulyeyle salata yiyebilecek o zaman”

         Çimen hemen atıldı: “Benim için hiç önemli değil Müberra Hanım. Ben zeytinyağlı fasulyeye bayılırım. Eminim harika olmuştur. Atilla sizin ne kadar becerikli olduğunuzu hep anlatır.”

         “Onun için yapamayacağım şey yok benim. O benim biricik oğlum!”

         “Evet mutlaka!” dedi Çimen gülümseyerek.

         “Sizin de bir kızınız varmış. Atilla söylemişti. Kaç yaşında?”

         “Yirmi üç yaşında. İtalya’da babasıyla yaşıyor. Ama sık sık görüşüyoruz tabii.”

         Müberra Hanım ruhundaki öfkenin beynine doğru yükseldiğini hissediyordu.

         “Demek otuz yaşındaki oğlum, yirmi üç yaşındaki bir kıza babalık yapacak!” Çimen’in gözlerinin içine bakarak söylemişti. Onu köşeye sıkıştırmak, rahatsız olmasını sağlamak ve utançtan yerin dibine girmesini görmek istiyordu. Ancak Çimen beklediği tepkileri vermiyordu…Gülerek ve rahat bir tavırla cevap verdi Çimen:

         “Gerçekten de doğru söylüyorsunuz. Teknik olarak tam da böyle! Ama çok iyi arkadaş olacaklarından eminim.”

         “Onun bir arkadaşa değil, bir çocuğa ihtiyacı var!.” Müberra hanım artık gerginliğini saklayamıyordu. “Bu ne pişkin, ne densiz, ne arsız bir kadın!” diye düşündü. Atilla araya girme gereği duydu:

         “Benim adıma konuşmasan annecim. Biz bunları çoktan aştık!”

         “Ama ben aşamadım oğlum! Ben de Müberra Hanım değil de, anne diye hitap eden birinin gelinim olmasını isterdim. Ama galiba bu da teknik olarak mümkün değil. Çünkü anladığım kadarıyla benden iki yaş kadar da büyükmüşsünüz Çimen Hanım!”

         “Ne hissettiğinizi çok iyi anlıyorum Müberra Hanım ve size çok da hak veriyorum. Beni henüz tanımıyorsunuz ama tanıdıkça bu ilişkiyi anlayacaksınız. Atilla benim için çok önemli. Onun herhangi bir nedenden dolayı üzülmesi en son isteyeceğim şeydir!”

         “Anne bence biran önce masaya oturalım, çünkü kurt gibi açım ben!.” Atilla konuşmanın onarılamaz noktalara gidişini önlemeye çabalıyordu. Ancak kontrolün kendi elinden çıkmasına çok az kaldığını hissediyordu. Annesini çok iyi tanıyordu ve yaklaşan fırtına gelmeden önce bu yemeğin bitmesini istiyordu. Annesinin cevabını beklemeden, ayağa kalkıp, yemek masasına doğru yürüdü.

         “Haydi Çimen, sen acıkmadın mı?”

        “Hiç hayır demem!” Çimen gülümseyerek yerinden doğrulurken, gözleri Atilla’nın üzerindeydi. Onun bu doğal ve rahat tavırları Müberra Hanım’ı çok rahatsız etmişti. Biraz çekingenlik, biraz tedirginlik görmeyi ummuştu oysa. Bunun aksine gördüğü, sanki dünyanın en olağan ilişkisini yaşayan, hiçbir utanma belirtisi göstermeden buna hakkı olduğu düşünen ve tüm dünyaya ilan etmekten de çekinmediği belli olan, fazlasıyla rahat, kendine güvenli, üstelik kendisinden de iki yaş daha büyük bir kadındı… Bu kadarının artık çok fazla olduğunu düşündü Müberra Hanım. Şimdi de sofrasına oturacak ve kendi elleriyle emek emek pişirdiği zeytinyağlı fasulyesinden zıkkımlanacaktı. Çimen’in oturması için, kibarca iskemlesini geri çektiğini gördü oğlunun. Beynindeki ve kalbindeki ateş, orta noktada buluşmuş, yüzü kıpkırmızı olmuş, gözleri seğirmeye başlamıştı. Öfke ve kızgınlıktan elleri de, sesi de titriyordu. Görgü, kibarlık ve adab’ı muaşeret artık önemini yitirmiş, onu nasıl ezip üzeceğine odaklanmıştı şimdi…

         “Kalk oturduğun yerden!” diye haykırdı. Sesindeki nefrete kendisi bile şaşırmıştı. “O masada Yerin yok senin!”

         Masaya doğru ani bir hamle yaparak, masa örtüsünün aşağıya doğru zarifçe sarkan nakışlı köşesini hışımla avuçlayarak, tüm kuvvetiyle savurdu. Örtü üzerindekilerle birlikte odanın duvarlarına, parkelerine, iskemlelerin ve koltukların üzerine uçuverdi.  Şimdi her yer Müberra hanımın özenle koruduğu antika porselen tabaklarının, bardaklarının kırıkları ve birbirine karışmış yemek bulamaçlarıyla doluydu… Gümüş çatal, bıçak ve kaşıklar da odanın dört bir yanına değişik tınılarla savrulmuş, çıkardıkları gürültülü melodi hepsinin kulağında uzun süre çınlayarak en sonunda susmuştu.

         “Anne ne yapıyorsun, kendine gel!” diye haykırdı Atilla. İşte korktuğu gerçekleşmişti.

         Müberra Hanım aynı ses tonu ile bağırmaya devam ediyordu. “Gayet kendimdeyim oğlum! O kadını gönder bu evden. Hayatından da çıkar. Bu nasıl bir utanmazlık, ne pişkinlik! Kendinden yirmi beş yaş küçük bir erkeğin hayatına dalmak bu kadar kolay mı zannediyorsun şıllık seni. Git başkalarının hayatlarına musallat ol. Başkalarının oğullarını ağına düşür. Benimkini değil. Bak hala oturuyor!”

         “Anne lütfen anne! Şu anda doğru düşünemiyorsun! Sakinleş biraz!” Atilla çaresizce bir yandan konuşurken, bir yandan da omuzlarından tutarak, Çimen’in yanına gitmesine engel olmaya çalışıyordu. Olduğu yerde şaşkınlıktan iskemlesinin üzerinde donup kalan Çimen’e bir kafa hareketi ile yerinden kalkmasını ve evden çıkmasını işaret etti. Çimen telaşla yerinden kalkıp çantasını kaptı ve hızlı adımlarla kapıya yöneldi. Müberra hanım bağırmaya devam ediyordu:

         “Bırak oğlumun yakasını! Çık git hayatımızdan! Zehirli kadın seni… Seni mahvederim, parçalarım!”

         “Anne, anne görmüyor musun gitti işte!” Atilla’nın onu zapt etme çabaları bir süre daha sürdü. Şimdi de uzun bir ağlama krizine girmişti Müberra Hanım. Atilla bir yandan Çimen’in peşinden gitmek istiyor, bir yandan da annesinin durumu için endişeleniyordu. Gece, Atilla’nın yüz on iki acil yardım hattından ambulans talep etmesi, gelen sağlık ekibinin Müberra Hanım’a sakinleştirici yapmaları, bu arada komşuların kapıya dayanmaları ve annesini çok sevdiği komşusu Ayten Hanım’a emanet edip evden çıkmasıyla sonlandı.

         “Sonrasında saatlerce gülmüştük hatırlıyor musun canım?” Atilla’nın eli Çimen’in hala parlak ve gür, ancak bembeyaz olmuş saçlarında dolaşıyordu. Çimen’in güçsüz, yaşlılık lekeleri ve kırışıklıklarla dolu eli Atilla’nın bileğine sevgiyle dokundu. Hastane yatağının içinde küçücük görünüyordu. Gülümsemek için bile insanüstü bir güç harcadığı belliydi.

         “Hatırlamaz mıyım hiç? Bence bizimki de bir tür sinir kriziydi…”

         “Hayır sana katılmıyorum… Biz o gece eve döndükten sonra çok eğlenmiştik… gecenin birinde buzdolabında bulduklarımızla kendimize güzel bir ziyafet de çekmiştik.”

          “Ama senin aklın annenin Hasan Paşa Köftesi ile ciğerli iç pilavında kalmıştı.” Kesik bir kahkaha çıktı ağzından. Ama canı acıdığı için sürdüremedi bunu. Küçük burun deliklerindeki oksijen hortumları, iki bileğinde birden açılmış damar yoluna bağlı serumların şeffaf setleriyle dolanmışlardı. Atilla içi sızlayarak, Çimen’in buruşuk derisinin altından keskin hatlarla ortaya çıkmış elmacık kemikli küçücük yüzüne bakıyordu. O geceden sonra tamı tamına yirmi yıl geçmişti… Dolu dolu yirmi yıl. Tüm çabalarına rağmen Çimen’i evlenmeye ikna edememişti Atilla. Ancak evli olmamalarının verdiği tedirginlik, sanki onu Çimen’e daha da kuvvetli bağlamıştı… Birlikte vakit geçirmenin, konuşmanın, susmanın, birbirlerinin ruhunu beslemenin, destek olmanın, güven duymanın ve koşulsuz sevginin doruklarını yaşamışlardı beraber. Bunun adı “her şeye rağmen sevmek” idi. Kimseyi dinlemeden, engelleri yok sayıp, sezgilerinin gösterdiği yoldan, kalpleri ile gitmişlerdi. Onların kararlılığı, çevrelerindeki tüm tanıdıklarının da ilişkilerini kabullenmesini sağlamıştı. Bir tek annesi karşı çıkmaya devam etmişti. Bir süre konuşmamışlar, sonrasında Çimen’in ısrarlarıyla yeniden annesiyle görüşmeye başlamıştı Atilla. Çimen ise Müberra Hanım’ın yoluna hiç çıkmamıştı bir daha.

          Çimen’in deyimiyle “Mutsuz olana kadar mutluluğun içinde kaybolmaya” odaklanmışlardı. O mutsuzluk anı, yirmi yıl boyunca ilk kez o hastane odasında bulmuştu Atilla’yı… Bir zamanlar kızıl olan saçlarının üzerinde, güneş ışınlarının yarattığı o küçük ateş böcekleri geldi aklına… Bileğini saran güçsüz dokunuşun yok olduğunu hissetti… İçinde tarifsiz bir sızıyla “Çimen!” diyebildi sadece. Çimen ‘in gözleri hala Atilla’da, o bildik gülümsemesi ile bakıyordu. Atilla’nın boğazından belli belirsiz bir hıçkırık çıktı… Göz pınarlarından da birer yaş. Nereden girdiği belli olmayan bir ateş böceği neşeyle odada bir tur attı ve Çimen’in şimdi bembeyaz olan saçlarına konuverdi…  Geçmiş zamanın güneşli günlerinin hatırası hep seninle kalacak diyordu sanki.

         İpek Çerçi Akar

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.