18 Jun
İÇİMDEKİ HİKAYELER - 6 -

EVSİZ ADAM         

Ellerindeki, kirden rengi belli olmayan yün eldivenleri, içine hohlayarak birbirine sürttü. Gecenin koyu karanlığında nefesi, beyaz soğuk bir buhar olarak dağılıp kayboluyordu.  Kafasındaki berenin deliklerinden keçeleşmiş saçları asice fırlamış; lime lime ipleri atmış, kullanılmaktan incelmiş atkısını boynuna birkaç kez dolamıştı. İki gün önce çöpte atılmış bulduğu, ayağına küçük gelen botların uçlarını keserek parmaklarını firar ettirmiş; içlerine su girse de en azından kalın lastik tabanından faydalanabileceğini düşünmüştü. Tek mal varlığı olan büyük kalın brandadan, çamur lekeleri içindeki sırt çantasını soktuğu kayanın altından çıkardı. İçinde ince bir battaniye, eski bir gömlek, birkaç kirli çamaşır, bir kağıt bardak, çürümeye yüz tutmuş iki elma, eski bir diş fırçası, bir teneke kutu içinde okumaktan yıpranmış mektuplar,  buruşmuş fotoğraflar, küçük oyuncak bir araba ve bir kolu olmayan oyuncak bir bebek vardı. Gündüz çıkan mart başı güneşine aldanmış, parktaki bankında açık havada yatabileceğini düşünmüştü. Ancak fırtınaya dönüşeceği anlaşılan rüzgar ve hızlanan yağmura bakılacak olursa, biran önce kapalı bir bankamatik bulsa iyi olacaktı.

         Gözlerine inen gri saçları ve tüm yüzünü kapatan sakalları yaşını saklıyordu. Tonlarca yük taşıyormuş gibi eğilmiş sırtına ve yavaş adımlarına bakan birisi yetmişlerinde olduğunu sanabilirdi. Oysa elli sekiz yaşına yeni girmişti. Kaç yaşında olduğunun da zaman ya da mekanın da önemi kalmamıştı artık.  Geceleri meraklı gözlerden uzak, tenha sokaklarda rahatça dolaşabiliyor, yalnızlığının tadını çıkarıyor, lokantaların arka kapılarına kedi ve köpekler için bırakılan yemek artıkları ile karnını doyuruyordu. Başka neye ihtiyacı vardı ki bir insanın? Günü bitirmek yetiyordu ona. Eğer mevsim de yazsa değmesinler keyfime diye düşünürdü… Mersin’in sahili boyunca uzanan uçsuz bucaksız parktaki her bank onundu. Tabii bir şikayet gelmediği sürece.

         İsmini, nerden gelip nereye gittiğini soranlara bilmediğini söylerdi. İnsanlar meczup der geçerlerdi. İçi acır, hatırlamak istemezdi. En çok da bol yıldızlı geceler kahrederdi onu. Parkın çimenlerine uzandığında gözünün önünde dans eden, bulutsuz ve aysız gecelerin parlak yıldızları. O zaman için için ağlar, yanaklarından süzülen göz yaşları çimenleri sulardı. Yıldızlara gönderdiği, en sevdikleri için ağlardı.

         Çok değil, bundan sadece on yıl kadar önce ne kadar da mutluydu oysa. Geceyi, gündüzü, zamanı umursadığı yıllardı. Her gün kendine ait olan ithalat – ihracat şirketinde duraksız çalışır, Peri’sine kavuşmak için akşamı iple çekerdi. Gece eve çok geç de dönse, hayatının anlamı, büyük aşkı Peri onunla yemek için, özenle donattığı masayı bozmadan beklerdi onu… Evlerinin deniz manzaralı büyük bahçesinin yeşil çimleri üzerindeki masada, parlak yıldızlara bakarak yerler, birbirlerinin gözlerinin içinde kaybolurlardı… Günün en güzel saatleriydi onlar. Ne zaman aklına gelse, “Keşke daha az çalışıp, daha çok Peri’mle olabilseydim!” diye üzülürdü.

         Onlarınki gerçek ve derin bir sevgiydi. Aşk kelimesini hiç kullanmamıştı tanımlamak için. Ona göre çok basit ve yüzeysel kalıyordu. En yakın arkadaşının düğün töreninde görmüştü ilk kez. Büyük bir otelin havuz başında, yoğun kalabalığın arasında bir yıldız gibi parlıyordu. İncecik bedenini bir bulut gibi saran, uzun uçuk mavi elbisesinin içinde, bir peri gibi süzülüyordu… Sarıya dönen açık kumral saçlarını tepesinde dağınık bir topuz yapmış, yanaklarına düşen tutamların rüzgarda dans etmesine engel olamamıştı. Hiçbir şey düşünmeden yanına gitmiş ve konuşmaya başlamıştı Arif:

         “Merhaba. Birbirimizi tanımıyoruz. İsimlerimizi bile bilmiyoruz. Belki bu şehirde yaşamıyorsunuz, sadece bu düğün için buradasınız. Belki hayatınızda birileri vardır. Hatta sözlü ya da nişanlı bile olabilirsiniz. Çok şükür ki evli olmadığınızı boş parmağınızdan görebiliyorum. Cesaretimi lütfen bağışlayın.  Ama hayatta olmazsa olmaz anları vardır ya, işte ben de şu anda tam olarak bunu yaşıyorum. Lütfen benimle evlenir misiniz?”

         Bal rengi gözlerini Arif’in gözlerine kenetlemişti Peri. Gözlerinde gördüğü ışık, sesindeki güven verici ciddiyetten çok daha fazla etkilemişti onu. Böyle bir soruya verilecek cevap, bir gülücük eşliğinde arkasını dönüp gitmek olmalıyken o, “Evet sizinle evlenirim!” deyivermişti. Elleri birleşmişti sonra ve hiç ayrılmamıştı. Onları birbirine kazandıran bu kuvvetli çekimi yaratan aşk, derin bir sevgiye zemin hazırlamıştı kısa zamanda.

         Altı ay sonra evlenmişler, iki yıl sonra da ikizleri dünyaya gelmişti. Kızları Çimen ve oğulları Çınar. Sonraki on yıl dünyanın en mutlu insanı olarak hissetmişti Arif. Ailesine rahat bir hayat sağlamak için daha yoğun çalışmasının dışında, onlarla geçirdiği her dakika bir hazine değerindeydi. Ta ki o şanssız güne kadar.

         Evliliklerinin onuncu yazlarının başında, çocukların okulları kapanmış ve Peri iki haftalığına Ankara’daki anne ve babasını görmek istemişti. Arif iş yoğunluğu nedeniyle onlara daha sonra katılacaktı. Mersin’den Adana’daki havalimanına kendi arabasıyla bırakmış, uçak havalandıktan sonra da gökyüzünde kaybolana kadar arkalarından el sallamıştı. Uçağın motorunda çıkan bir arıza nedeniyle düştüğünün haberini bir saat sonra almıştı…

           Ondan sonra Arif için hiçbir şey eskisi gibi olmamıştı. Eve girdiği an Peri’sinin ve çocuklarının yokluğu bir kabus gibi üzerine çökmeye başlamıştı. İlk zamanlar eve gidişini iyice geciktirmişti. Ancak sadece yatmak için bile girse, tarifsiz bir acı tüm benliğini kaplıyor, bütün gece düşen uçakla savaşıyor ancak talihsiz sona engel olamıyordu. Sonraları iş yerinde yatmaya ve eve hiç uğramamaya başladı. Yemek yiyemiyor, işine odaklanamıyor, uyku uyuyamıyordu. Yakın arkadaşları zamanla düzelir umuduyla bakarken, Arif’in gittikçe kötüye doğru gitmesinden endişelenmeye başlamışlardı. Zorla götürdükleri psikiyatristin verdiği ilaçları kullanmayı reddediyordu Arif. “Bu acıyı da karımı ve çocuklarımı da unutmak istemiyorum!” diyordu çaresizce.

         Önceden yapılmış iş anlaşmalarını yerine getirmediği için yüklü tazminatların altına girmişti. Düzeltmek için hiçbir çabası yoktu. “Ne için?” diyordu. “Kimin için?” Şirket iflas etmişti. Peri ve çocuklarla mutluluğun en derinini yaşadığı masal evi satılmış, bir kısmı ile tazminatlar ödenmişti. Evin satışından yeni bir hayata başlayacak kadar bir miktar kalmasına rağmen kullanmayı reddetmiş, tüm parayı çocuk esirgeme kurumuna bağışlamıştı.

         Tüm yakınları ve arkadaşları ile iletişimi kesmişti. İlk başlarda zamana ihtiyacı olduğunu düşündükleri için rahat bırakmak isteyen arkadaşları, ortadan yok olduğunu neden sonra fark edebilmişlerdi. Kimse izine rastlayamamış, ona ulaşmayı becerememişti. En sonunda acısına dayanamayıp intihar ettiğine kanaat getirmişlerdi. Oysa hala eskiden yaşadığı şehirde, Mersin sokaklarındaydı. Beraberce masal yazdıkları yıldızlı gökyüzünü bırakmayı içi hiç  el vermemişti. Her nefesinde soluduğu Peri, her baktığı noktada gördüğü Çınar ve Çimen’di.

         Bazen çok samimi bir arkadaşı yanından geçer giderdi fark etmeden. Onların tanıdığı Arif’i, kendi elleriyle öldürdüğü doğruydu bir bakıma. Fiziksel olarak eski Arif’le uzaktan yakından bir ilgisi yoktu gerçekten de.  Aklı peri ve çocuklarla dolu kısmı dışında körelmiş, ruhu onlara olan sevgisi hariç bedeninden uçup gitmiş gibiydi. İntihar en kolayı olurdu aslında ama kendisiyle birlikte, içinde yaşattığı sevgililerini de öldürmüş olacaktı… Onların varlığını dünyada kendi aracılığı ile canlı tutmaktı amacı.

         Rüzgar iyice artmış, fırtınaya dönmüştü. Gök gürültüleri korkutacak kadar fazlalaşmıştı. Çantasından çıkardığı ince battaniyeyi yağmurdan korunmak için başına örtmüştü Arif. Bir sokak ötede kapalı bir ATM olduğunu biliyordu. Eğer bir başkası tarafından kapılmamışsa oraya sığınabilirdi. Arkasını dönmek üzereyken, gözü ufuk çizgisinin üzerine takıldı. Siyah bulutların etrafı kıpkırmızıydı. Deniz ardı ardına içine doğru çakan şimşeklerle aydınlanıyordu. Aydınlığın içinde gökyüzünden denize inen ince bir spiral bulut fark etti. Fırtınanın sebebi bu hortum olmalıydı. Hızla sahile doğru hareket ediyor, gittikçe de kalınlaşıyordu. Elindeki çanta, parmaklarının gevşemesiyle yere düştü. Kafasının üzerindeki battaniye çoktan uçmuştu. Gözleri hortuma kilitlenmişti… Kuvvetli rüzgarda sabit durması çok zordu… Fırtına onu geriye doğru itmiş, sırtı bir ağaç gövdesine dayanmıştı. Yüzüne kırbaç gibi çarpan yağmur damlalarını hiç hissetmiyordu. Kafasından aşağıya akan sular görüşünü bulanıklaştırıyor ancak o dudaklarında belirgin bir gülümseme ile aynı noktaya bakıyordu. Hortum onu içine alırken kahkahalar atarak İki kolunu da havaya kaldırıp rüzgarın içine doğru haykırdı: “Beni almaya geleceğini biliyordum Peri! Biliyordum!”

         Ertesi gün gazete haberlerinde Mersin’in kıyılarına kadar gelip, ani yön değiştiren hortumdan bahsediliyordu. Tek can kaybının sokakta yaşayan bir evsiz olduğu, bunun dışında belirgin bir hasar olmadığı söyleniyordu. Talihsiz adamın cesedi, açık denizde bir tekne tarafından bulunmuştu. Sahildeki çantasından çıkan kimliğinden, yıllardır kayıp olan iş adamı Arif Arıman olduğu anlaşılmış, haber verilen yakınlarının teşhisiyle bilgi kesinleşmişti. Haber, “Felaketzedenin cenazesi ertesi gün, bir uçak kazasında ölen eşi ve çocuklarının yanına defnedilecektir” bilgisiyle sona eriyordu.


         İpek Çerçi Akar

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.