01 Jul
İÇİMDEKİ HİKAYELER - 8 -

DOKTOR HANIM ve HATİCE

         Önünde yığılı bir öbek halinde duran, sabah baktığı poliklinik hastalarının tahlil sonuçlarına görmeyen gözlerle baktı. Her birini kontrol edip gerekirse reçetelerini yazmalı ya da tavsiyelerde bulunmalıydı. Nöroloji hastalarının çoğu kronikleşir, defalarca kendisine gelip giderlerdi. Akut travmalardan dolayı oluşan sinir harabiyetleri ise ayrı bir değerlendirme konusuydu. Bugünkü hastaların yüzde doksanı artık tanıdığı yüzlerdi. Küçük poliklinik odasının kapalı kapısının ardından, sıra bekleyenlerin çıkardığı bildik uğultu kulaklarına kadar geliyordu. Bunun dışında kafasının içinde tüm diğer düşüncelerini esir alan, normal hayatla bağlantısını koparan “Erdal” konusu vardı. “Gene mi Allah’ım, gene mi aynı şeyleri yaşıyorum. Nerede hata yapıyorum; çok mu safım, gözlerim bu kadar mı çabuk kör oluyor, tüm bunlara layık mıyım?” Kafasının içinde uçuşup duran sorular, işine odaklanmasına engel oluyordu.

         “Doktor Hanım!..” Hemşire Ayla’nın sabırsız sesi ile kendine geldi.

         “Pardon bir şey mi dedin?”

         “İlk hastayı alayım mı diye soruyordum. Bekleyen çok fazla kişi var.”

         “Tamam tamam almaya başlayalım!”

         Giren hastanın yüzüne bakmadan, elindeki tahlil ve tomografi sonuçlarını incelemeye başladı. İlerlemiş bir Parkinson vakası gibiydi. Hastaya baktı, otuz beş yaşlarında genç bir kadındı. Tecrübeli bir hemşire olan Ayla, sabahtan beri dalgın olan Sema’nın eline başka bir hastanın tahlil sonuçlarını aldığını, yüzündeki şaşkınlıktan anladı.

         “Doktor Hanım, hastamızın sonuçları bunlar. MR istemiştiniz. Lateral epikondilit düşünmüştünüz.”

         “Hay Allah! Evet bunlar Leyla Hanım’ın babasının tamam!” Telaşla elindeki kağıtları bırakıp, Aylanın uzattıklarını aldı.

         “Kafanı toplaman lazım Sema! Kendine gel!” dedi içinden… İlk hastanın reçetesini yazıp kontrol tarihini belirledikten sonra odadan çıkmasını seyretti. Ancak Ayla ikinci hastayı almadan önce, gözlüklerinin altından endişeli bakışlarla Sema’ya sordu:

         “İyi misiniz doktor hanım, sanki kendinizde değil gibisiniz. İstediğiniz bir şey var mı?”

         “Sadece biraz başım ağrıyor Ayla merak etme. Bir an önce hastaları gönderip eve gitmek istiyorum sadece.”

         Sonraki hastalarla ilgilenirken, herhangi bir hata yapmamak için dikkatini azami bir çabayla vermeye çalıştı Sema. Mükemmeliyetçi karakteri, özel hayatının işini etkilemesi düşüncesine bile katlanamazdı. Son tahlil sonucunu da değerlendirdiğinde saat on altıyı geçiyordu.

         “Doktor Hanım size bir kahve göndereyim mi? Günün yorgunluğunu alır!”

         “Ne güzel olur Ayla. Teşekkür ederim.”

         Ayla önce küçük odanın kapısını ardına kadar açıp koridora baktı. Tam karşıdaki ortopedi polikliniğinin kapısında iki üç kişi ayakta bekliyordu. Bunun dışında gayet tenha bir görüntü vardı. Emin olmak için odanın dışında seslendi.

         “Doktor Sema Hanımı bekleyen var mı?” Ses çıkmayınca, “Sade kahveniz hemen geliyor.” diyerek   odadan çıktı.

         Sema kalkarak açık kapıyı kapadı. Yalnız kalmaya çok ihtiyacı vardı. Düşüncelerini zapt edemiyor, kalbindeki sızıyı görmezden gelemiyordu. Kırk yaşını geçeli iki yıl olmuştu. Birkaç yıldır, içindeki bir şeylere geç kaldığı duygusu hiç kaybolmuyordu. Her aynaya baktığında, siyah kirpiklerinin çevrelediği bal rengi gözlerinin kenarlarında beliren ince çizgileri artık çok rahat görebiliyordu. Erdal, bu çizgilerin her birini tek tek öpüyordu oysa… Nasıl seviyor ve güveniyordu ona. Artık arayışlarının son durağı olarak bakıyordu Erdal’a. Diğerlerinin aksine, kendisini koltuk değneği gibi görmüyordu Erdal. Kendisine ait bir araba galerisi vardı. Maddi durumu iyiydi. Onu mesleği ya da parası için istememişti… Aralarında kuvvetli bir sevgi bağı olduğunu düşünmüştü hep. Birlikte gezmeyi, gülmeyi, yemeyi hatta boş boş yan yana oturmayı bile çok sevmişti. O kırk beş yaşında, yakışıklılığının doruğunda, donanımlı bir erkekti. Her yönüyle kendisine çekmişti Sema’yı…

         Cep telefonunda kayıtlı olan fotoğraflara bakmaya başladı. Sahilde güneşlenirken, yemekte el ele, sırt çantalarıyla yürüyüş yaparken, mutfakta beraber yemek hazırlarken…

         “İki yılda tükettik demek ki her şeyi. O sarışınla beraber olduğunu ne kadar rahat söyleyiverdi. Bizim yok olmamız bu kadar kolaymış yani…”

        Gözlerinden birer damla yaş aktığı sırada kapı açılarak elinde kahveyle hemşire Ayla girdi. Acele bir hareketle elinin tersiyle göz pınarlarını silip gülümsedi Sema.

         “Teşekkür ederim canım. Sen içmiyor musun?”

         “Hayır Doktor Hanım. Benim kızın okulundan aradılar, bir çocukla kavga etmiş. İzin verirseniz yarım saat erken çıkmak istiyordum.” Sesi endişeliydi.

         “Öyle mi? Tabii çıkabilirsin. Ben de kahvemi içip çıkarım birazdan.” Teşekkür edip çıkarken, kapıyı da arkasından kapadı Ayla.

         Önündeki dumanı tüten kahve fincanına dokunmaya hiç niyeti yoktu. Her şey onu hatırlatıyordu. Şu odadan çıkıp eve gitmek istemiyordu. Beyaz kumaş paravanla odadan ayrılmış hasta muayene masasına, ilaçların saklandığı camlı beyaz dolaba, duvar önündeki yapay deri iki sandalyeye baktı Sema. Tipik küçük bir poliklinik odasıydı. Ama bu oda onunla ilgili bir anı barındırmıyordu içinde. Makyajsız yüzü iyice solgunlaşmıştı. İki gündür boğazından doğru dürüst bir lokma geçmemişti. Kumral saçlarını taramadan arkada kıvırmış ve bir kalemle sabitlemişti. Sabah elini attığı desenli bir gömlekle, hiç alakası olmayan gene desenli bir eteği üzerine geçirivermişti.   Ne giydiğini fark ettiği anda istemsizce güldü. Kimin için özenle süslenip makyaj yapacaktı ki.

         Her üç dört yılda bir bu döngüyü yaşamak zorunda mıydı? Yüzünü buruşturup, kafasını iki yana salladı. Erdal’dan önce Fatih’le üç senelik fırtınalı bir ilişkisi olmuştu. Ummadığı bir anda ortak hesaplarını boşaltıp sırra kadem basmıştı Fatih. Hem de ona en çok güvendiği ve en ihtiyacı olduğu anda. Fatih’ten önce de bir Hakan krizi atlatmıştı. Hakan’ın evli olduğunu ilişkilerinin dokuzuncu ayında öğrenmişti. Karısı küçük kızıyla hasta randevusu alarak gelmiş, kendini pek de kibar olmayan bir şekilde tanıtmış, ardından olay çıkarmıştı. Sema’nın bu şoku atlatması neredeyse bir seneyi bulmuştu. Şimdi de Erdal, harika bir ilişkileri olduğunu düşündüğü bir dönemde, birdenbire başka bir kadını sevdiğini söyleyivermişti. Üstelik bu kadınla ilişkisi dört aydır sürüyordu. Sema hem aldatılmış hem aşağılanmış hem de aptal yerine konmuştu…

         “Nasıl bu kadar kör olabildim?” diye düşündü. “Bu kadar benzer olayı tekrar tekrar neden kendime çektim. Bilinçaltım bana kendi değersizliğimi mi kanıtlamaya çalışıyor. Bu kadar yanlış seçimden sonra kendime hala nasıl saygı duyabilirim?” Poliklinik masasındaki iskemlede sabitlenmiş, hareketsiz bir şekilde önündeki artık soğumuş kahve fincanına bakmaktan kendini alamıyordu.

         “Ah anneciğim!” diye düşündü. “Hiç kimselere layık bulmadığın doktor kızının halini iyi ki görmedin! Yoksa kederinden bir kez daha ölürdün!”

         Şimdi gözyaşları ardı ardına dökülmeye başlamıştı beyaz doktor önlüğüne. Hıçkırıkları ile omuzları sarsılmaya başlamıştı. Avucunun içi ile ağzına bastırıyor ancak boğuk çaresiz sesini içinde tutmayı başaramıyordu. Ruhundaki çatlak genişlemiş, en sonunda paramparça olmuştu. Olduğu yerde buharlaşıp kaybolmayı, yok olmayı diledi. Hiç yaşamamış, hiç umut etmemiş, hiç güvenmemiş ve sevmemiş olmayı. Karanlık bir sisin içindeki girdapta döne döne aşağıya çekildiğini hissediyordu. Dipsiz, karanlık bir kuyunun en uzak noktasına… Hıçkırıkları uzun süre dinmedi.

         Kapı açılıp elinde kova ve paspas, üzerinde pembe hizmetli önlüğü ile Hatice içeri girdiğinde saat on sekizi geçmişti. Kafasına beyaz ince bir yemeni bağlamış, dudaklarına hareketli bir türkü kondurmuş, kısa boyu, tombul vücudu ve kırmızı yanakları ile adeta bir neşe abidesi gibi şakıyordu… Semayı ıslak yüzü, şişmiş gözleri ve kırmızı burnu ile gördüğünde istemsizce bir adım geri attı ve türküsü yarıda kaldı. Gözlerini fal taşı gibi açarak Sema’ya bakıyordu. Neden sonra kendine geldi, telaşla içeri girerek kapıyı arkasından acele ile kapadı. Birilerinin Sema’yı bu halde görmesini engellemek ister gibiydi.

         “Doktorum nedir bu halin? Ne oldu sana?”  Odanın köşesindeki küçük sebilden kağıt bardağa su doldurup telaşla Sema’nın yanına gitti ve eline tutuşturdu.

         “Haydi iç biraz iyi gelir. Vah kuzum benim. Haydi güzelim iç!”

         Sema, Hatice’nin bu haline şahit olmasından dolayı çok rahatsız olmuştu.

         “Tamam Hatice bir şeyim yok. Merak etme. Lütfen sen biraz çıkar mısın? Ben biraz kendimi toplayayım, zaten gidiyordum.”

         Ancak Hatice sanki Sema’yı hiç duymuyormuş gibi bir yandan suyu ağzına dayıyor, bir yandan saçlarını okşuyor, sürekli konuşarak, neden olduğunu bilmediği bu durumun tesellisini vermeye çalışıyordu.

         “Üzülme benim kuzum. Tek bir göz yaşına değer mi? Dünya’da çözülmeyecek dert var mı? Gün doğmadan neler doğar. İç biraz olur mu? İyi gelecek sana. Haydi gülüm benim.”

         Elindeki küçük bardaktaki suyu son damlasına kadar içirmeden rahat etmedi Hatice.  Sonra da Semanın ıslak yüzünü, pembe iş önlüğünün ucuyla iyice kuruladı. Burnunu silmesi için kağıt mendil buldu ve burnuna yapıştırarak kendisi temizledi. Hatice’nin ısrarcı anaç tavırlarından bir türlü kurtulamayan Sema’nın çözülen hıçkırıkları bir süre sonra rahatsız kahkahalara dönüştü.

         “Tamam Hatice tamam. Bak ağlamıyorum artık. Haydi sen git. Sonra gelip temizle odayı.”

         “Neden ağladığını anlatmadan şuradan şuraya gitmem doktorum. Şimdi gülüyon ama bu sinirden ben biliyom. Haydi söyleyiver, rahatla gülüm. Benden sır çıkmaz. Sen beni az çok tanırsın. İyi olmadığın belli. Haydi benim kınalı kuzum.”

         Hatice’den kurtulmak için “Erkek arkadaşım beni aldattı ve ayrıldık Hatice! Oldu mu?” diye bağırdı Sema bir solukta. “Haydi şimdi beni yalnız bırak olur mu? Bak daha iyiyim şimdi.”

         “Aaa sen buna mı gözyaşı döküyordun. Hay Allah Doktorum sen çok yaşa!” “Dünyanın en önemsiz nedenine mi üzülüyorsun?” der gibi, havayı yarıp geçen bir el işareti yaptı. Duvarın dibindeki iskemleyi çekip Semanın yanına çekti ve oturdu.

         “Bak şimdi sana ne anlatacağım. Çocuklarımın babası Kerim hödüğü ile evlendiğimde on altımdaydım. Birbirimize sevdalanmıştık. Onun yüzünden liseyi bile yarıda bıraktım. Annem çok yalvarmıştı beni vazgeçirmek için. Ama dinleyen kim. Gönlümü kaptırmışım bir kere. Neyse kimseyi dinlemedik ve evlendik. Bir yıl sonra ilk çocuğum kucağımdaydı. Üç yılda da üç çocuk. Altı yıl sonra benim sevdalandığım Kerim içkiye, kumara düştü. Çocuklara babalık, bana kocalık yapmayı bıraktı. Eve getireceği parayı dışarıda yemeye başladı. Kocamdır deyip idare ettim bir süre.”

         Hatice’nin gözlerine hüzün dolmuştu. Çok rahat anlatsa da zor zamanlar geçirdiği sesinin tonundan belli oluyordu. Kısa bir süre sustu, sonra devam etti:

         “Bir gece eve sarhoş geldi. ‘Ne bu halin?’ dedim diye bana bir tokat patlattı. Tek bir tokat!” O kadar sevdiğim, uğruna okulumu yarım bıraktığım adamdan o anda vaz geçtim. Benim kendime olan saygım her şeyin üstünde çünkü. O tek tokat, ben izin verdikçe çoğalırdı. Annemden biliyordum; babam sirozdan ölünceye kadar çekti dayakları. Ben de evden kovdum onu. Benim gidecek halim yoktu tabii… Beni vaz geçirmek için çok uğraştı. Önce iyilikle, sonra da tehditle. Yer miyim ben. Önce polise şikayet ettim, sonra da boşandım. Annem çocuklara baktı bir süre. Ben de hem çalışıp hem çocuklarımı büyüttüm. Tek bir tokat yüzünden!”

         Sema sakinleşmiş, ilgiyle Hatice’yi dinlemeye başlamıştı.         “Boşandıktan on sene sonra, eşi ölmüş, iki çocuğu ile ortada kalmış hali vakti yerinde bir bakkal bana talip oldu. Düzgün birine benziyordu. Ben onun çocuklarına annelik, o da benimkilere babalık yapar diye düşündüm. Çalışmak zorunda da kalmayacaktım. Evlendik biz de. Daha altı ay geçmeden onunla bununla yattığını öğrendim. Niyeti evine hizmetçi alıp, çocuklarına baktırmakmış meğerse. Kullandırmayacak kadar saygım var benim kendime. Para için tüm bunları çekecek kadar ezik miyim? O zamana kadar çalışıp kendi paramı kendim kazanmışım, neden sırtıma bir de böyle karaktersiz bir adamın ağırlığını alayım değil mi? Hiç düşünmeden, onu da defettim hayatımdan.”

        Hatice’nin anlattıkları kendi yaşadıklarının önüne geçmişti Sema’nın. Kırsal kesimden okumamış bir kadının hayata karşı bu kadar kuvvetli duruşu ve kendi değerinin bu denli farkında olması çok şaşırtmıştı onu.

         “Bir daha hiç evlenmedim mi? Hayır tekrar evlendim. İnsanların tümünü aynı kefeye koyup kendini geri çekersen, en başta kendine zarar verirsin. İyisi de var kötüsü de. Sen ince eleyip sık dokuyacaksın. Ne istediğini ne istemediğini bileceksin. Ben de en başta bir baba istiyordum çocuklarım için. İyi örnek olacak bir baba. Eğer erkek bir çocuğun varsa, ona adam olmayı gösterecek bir erkek lazım çünkü. Allaha şükür öyle iyi bir adam çıktı karşıma. Onun ikinci evliliği. İki evliliğinden de çocuğu olmadığı için ayrılmış. Meğerse kendinin çocuğu olamıyormuş. Benim üç çocuğumu da sahiplendi. Sevgisini verdi. Çok parası pulu yok ama büyük bir yüreği var. Geçinip gidiyoruz işte. Sevgi ve saygı varsa her şey var demektir. Olmuyorsa da olmaz. Bırakırsın gider. Ben ilk ikisinde de tek bir gözyaşı bile dökmedim. Neden onlara ihtiyacım olsun ki… Ben kendime yetmiyor muyum? Elim ayağım yerinde çok şükür. Ruhum da sakat değil. Yerine koyamayacağın hiç kimse yok bu dünyada. Sen önce kendini sev. Diğerleri kendini sana sevdirmek için uğraşsın. Olur mu gülüm benim?”

         Sema’nın elini tuttu ve gözlerinin içine baktı Hatice. “Başkalarına bakmaktan kendimizi göremediğimiz vakitlerde ne kadar değerli olduğumuzu unuturuz. Sen şimdi eve gittiğinde bol bol aynaya bak hatırlamak için. Tamam mı güzel doktorum?”

         Sema hiç konuşmadan dinlemişti Hatice’yi. Bilge ruhu, kuvvetli karakteri ve engin hayat görüşü onu mest etmişti. On dakika önceki Sema’nın hissettikleri şimdiki Sema’dan çok farklıydı. Yavaşça ayağa kalktı, üzerindeki beyaz önlüğü çıkarıp astı. Çantasını ve ceketini aldı. Kapıdan çıkarken, Hatice’nin gülen, kırmızı tombul yanaklı yüzüne bakarak “Teşekkür ederim Hatice!” dedi. Hatice bu cümlenin satır arasındaki derin minnet ve şükran duygularını kolayca okumuştu.

         “Güle git doktorum!” dedi. “Güle güle git!”

         Sema kapıyı kapadığında, Hatice çoktan dudaklarına hareketli bir türkü yerleştirmiş, yerleri süpürmeye koyulmuştu. Tüm yaşam coşkusu ve neşesiyle…


              İpek Çerçi Akar

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.