GÖLGELERİN DANSI
Ofisime girdiğim o gün, hayatımın çok farklı bir dönemine ayak bastığımı kim bilebilirdi? Geçmişi geçmişte bırakmış, üniversiteyi bitirdikten hemen sonra evlenmiş, beş yıl kadar psikiyatri polikliniklerinde uzman psikolog olarak çalışmış, sekiz yıldır da kendi özel ofisimde danışanlarıma hizmet veriyordum… Özlediğim sakin ve düzenli hayat buydu… Fatih’le artık bir çocuk yapma planlarını ufaktan konuşmaya başlamıştık bile. Artık otuz beş yaşındaydım ve bu konuda vaktim gittikçe daralıyordu. Şimdiye kadar çocuk istemeyen bendim… Kendi çocukluğumun gölgelerinin yarattığı dünyaya bir çocuk getirme paniğimi, kendi kendimi tedavi ederek ortadan kaldırmıştım sonunda… Psikolog olmamın nedeni de, herkesin hayatını kendiminki gibi sanmamdı herhalde… Gözümün önündeki tüm insanlar, “bana yardım et” diye bağırarak geçit yapıyordu sanki. Mesleki deformasyon dedikleri bu olsa gerekti…
Asistanım Ayşe, kocaman yuvarlak gözlükleri ve ciddi tavrıyla içeri girmiş, “Bugün saat beşe kadar toplam altı danışanınız var Nazlı Hanım.” demişti. İlkini psikiyatrist doktor Osman bey size yönlendirmiş… Major depresyon tanısı ve suisit (intihar) öyküsü var… Doktor bey ilaç tedavisine başlamış… Telefonla arayıp bilgi verdi. Ayrıca hastanedeki dosyasının bir kopyasını da yollamış… Seans öncesi incelemek istersiniz diye düşündüm…” Dosyayı masama koyduktan sonra devam etti… “Hasta, Osman beyin evdeki yardımcısının bir akrabasıymış. Ücreti kendisinin halledeceğini söyledi.
“Tamam Ayşe’ciğim!” dedim gülümseyerek… “Ben dosyaya göz gezdirir, sonra içeri yollaman için haber veririm.”
“Tabii Nazlı Hanım.” diyerek kapıyı arkasından kapadı. Ayşe’yi yardımcı olarak bulmamın ne büyük şans olduğunu düşündüm… Hemşirelik meslek okulunu bitirmiş ama kendisini hastanedeki hastalarla fazla empati içerisine soktuğunu görünce, birkaç yıl sonra bu işi yapamayacağını anlamıştı. Ailesinin bütün karşı çıkmalarına rağmen istifasını vermiş, gazeteye verdiğim ilanı tesadüfen okuyarak ofisi açtığım ilk günden beri sağ kolum olmuştu… Yirmi beş yaşının çok üstünde bir ciddiyetle, tüm dosyalama, resmi yazışma, randevu ayarlama işlerinin üstesinden geliyordu. Tıbbi bilgisi de bunun üzerine bir bonustu benim için…
Ayşe’nin önüme koyduğu dosyanın kapağını açarak incelemeye başladım… Mırıldanarak okuyordum “Hasta adı Hüseyin Oduncu… Yirmi yaşında… Beş yıl içinde iki kez suisit girişimi mevcut… Teşhis, tedavi süreci, aldığı ilaçlar… Ergen psikiyatristlerinin hastasıyken, on sekiz yaşından itibaren erişkin psikiyatri polikliniğinde izlenmeye başlamış. Son intihar teşebbüsünün ardından yirmi gün serviste yatmış… Babası, yatalak annesi ve küçük kız kardeşi ile yaşıyor…” Düşüncelere daldığım her an yaptığım gibi, elimdeki kaleme saçımın bir tutamını dolarken yakaladım kendimi… Hayatı ile ilgili pek bir ipucu yoktu hikayesinde… Bu çok beklenen bir durumdu aslında… Ağır depresyon hastaları içlerine kapanır, ilişki kurmak istemezlerdi… Dolayısıyla yaşadıkları ne varsa içlerine gömmeyi tercih ederlerdi ve onlardan herhangi bir bilgi alabilmek epey zor olurdu…
“Hüseyin Oduncu”… Bu ismi yüksek sesle söyleme ihtiyacı duydum. Ülkemizde herkesin soyadı ne kadar birbirine benziyordu… Telefonun tuşuna basarak, Ayşe’den ilk danışanı içeri göndermesini istedim… Ayağa kalktım, karşı duvardaki aynada kendime bir göz attım. Krem rengi bir pantolon, açık mavi bir gömlek ve kahverengi bir ceket vardı üzerimde… Kestane renkli saçlarım arkada bir topuz halinde toplanmıştı… Önüme düşen bir tutam saçı kulağımın arkasına atıp, yüzüme sıcak bir gülümseme kondurarak kapının açılmasını bekledim… ilk intiba, güven açısından çok önemliydi… Bir ya da sıfır… O yüzden işte giyeceğim kıyafetlerin renklerini bile özenle seçerdim… Parlak canlı renkler danışanları rahatsız edebilir, huzursuzluk ve tedirginliğe sebep olabilirdi… Yumuşak, pastel, huzur ve güven veren renkler daha uygundu…
Kapı açıldı ve ince uzun bedeni, iyice çukurlara kaçmış ela gözleri, avurtları çökmüş solgun kemikli yüzü, omuzlarına kadar uzamış bakımsız kumral saçları ile Hüseyin içeri girdi. Üzerindeki açık mavi kot pantolonun beli bolluktan aşağıya sarkıyordu… Renkli desenli gömleğinin üzerine giydiği kot mont siyah renkteydi. Her depresyon hastasında olduğu gibi, görünüşü ile pek ilgilenmediği ortadaydı…
İsteksizce uzattığı eli iki avucumun içinde samimi bir şekilde sıktım… Oturması için, pencerenin önündeki açık kahve renkli uzun ve rahat kanepeyi işaret ettim. Ben de kanepenin yanındaki koltuğa oturdum.
“Hoş geldin Hüseyin… Nasılsın?” Gözlerini benden kaçırarak dizlerinin üzerindeki ellerine bakmaya başladı… Çok zor duyulacak bir sesle “Merhaba.” Dedi.
“Doktor Osman Bey’in hastasıymışsın. Kendisi çok iyi ve saygı duyduğum bir psikiyatristtir. Çok şanslısın.” Cevap vermeye pek niyeti yoktu. Devam ettim:
“Bir psikologla konuşmanın sana yardımı olacağını düşünerek, bana yönlendirmiş seni. Umarım birlikte iyi bir yol kat edeceğiz.” Yüzünden belli belirsiz alaycı bir gülümseme geldi geçti…
“Öncelikle şunu bilmen çok önemli… Konuştuğumuz her şey burada, bu odada kalacak… Konuyu da sen seçebilirsin… Belki hiç kimseye anlatamadığın, içinde tuttuğun, seni rahatsız eden duygular ya da düşünceler vardır. Her ne varsa…” Hüseyin’in suskunluğu devam ediyordu… Alt dudağını kasmış, sağ gözü seğirmeye başlamıştı…
“İstersen ailenden bahsedelim… Baban, annen ve dokuz yaşındaki kız kardeşinle yaşıyormuşsun.” Birdenbire başını kaldırdı ve gözlerimin içine bakarak patladı:
“Ben homoseksüelim tamam mı! Artık bunu herkes öğrenebilir umurumda bile değil!” Gözlerinde büyük bir isyan vardı. Avuçlarını yumruk yapmış, kanepenin ucuna kadar kaymış, neredeyse ayağa kalkacak gibi öne doğru yaylanmıştı. Açıkçası böyle bir itirafı hiç beklemiyordum. Daha odaya girmesinin üçüncü dakikasındaydık… Belli ki bu durumunu herkese açıklama kararını, daha önceden almıştı ve ilk adımını psikoloğunun odasında atmaya karar vermişti… Burası onun için güvenli bir alandı. Bu durumu gizlediği, hayatındaki tüm diğer insanların tepkilerine maruz kalmadan önce işin uzmanına söylemek, tedbirli bir başlangıçtı. Gözlerini bana dikmiş, açık vereceğim en ufak mimikleri bile yakalamak için diken üstünde bekliyordu.
“Seni tebrik ederim Hüseyin! Bunu benimle paylaşman gerçekten cesurca bir davranış. İstersen bunun üzerinde devam edebiliriz. Kendini ilk kez ne zaman bu duygular içinde buldun?” Önce şaşırmış, sonra belirgin bir gevşeme gelmişti üzerine… Yumruklarının açılmasından ve yüz kaslarının rahatlamasından belli oluyordu…
“Ben kendimi hep böyle hissettim. Sonradan böyle olmadım.”
“Çocukken de mi böyle hissediyordun?”
“Evet… Hep kızlarla oynamak isterdim… Onların süslü elbiselerini çok severdim… Oğlan çocuklar da zaten beni bu yüzden aralarına almazlardı. Sürekli alay eder, dayak atarlardı.”
“Okul döneminde nasıldı?”
“İlkokul dönemim de böyle geçti… Bir ilkokul öğretmenim vardı… Sevinç hanım… Bir gün okula annemi çağırmıştı… Ne konuşmuşlardı bilmiyorum… Ancak akşamında annem terlikle üstüme gelmişti… ‘Bir daha kız çocuklarıyla evcilik oynadığını duyarsam parçalarım seni’ demişti ‘Baban duyarsa öldürür! Dua et de duymasın’… Neden böyle davrandığını anlamamıştım… Bu bir kabahat mıydı? Kızlardan uzak durmam gerektiğini farkettim. O zaman on yaşındaydım.”
“O günden sonra nasıl davrandın?”
“Diğer oğlan çocuklar ne yapıyorlarsa onları taklit ettim. Hiç sevmediğim halde tabancayla savaş oyunları oynadım; top peşinde koştum… Hiç hoşuma gitmiyordu aslında ve beceremiyordum da… Beni hiçbir çocuk takımına almak istemiyordu… İtici ve sakar buluyorlardı…”
“Ortaokul ve lise nasıl geçti?”
“Çok daha zor geçti…” Sustu ve gözleri doldu… Onun konuşmasını bekledim
“Ortaokulda bir sıra arkadaşım vardı. İsmi Emre. Çok seviyordum onu. Diğerleri gibi koşturup haylazlık etmezdi. Kalbinden hastaydı sanırım… Bu nedenle istese de yapamazdı… Biz onunla bol bol konuşuyorduk, kitap okuyup, okuduklarımızı anlatıyorduk birbirimize. Bazen kağıt kalem kullanılan oyunlar oynuyorduk. İsim – Şehir; adam asmaca falan… Diğerleriyle birlikte olmamam çok dikkat çekmiyordu bu yüzden… Ancak lisede…” Boğazında bir yumru vardı sanki… Yutkunuyor ama kelimeler çıkmıyordu…
“Evet lisede Hüseyin?”
“Ben onu dudaklarından öptüm… Bunu nasıl yaptım hala bilmiyorum. Birdenbire oldu… İkimiz onun evindeki odasındaydık. Müzik dinliyorduk… İlk defa öyle hissettim ve ona yaklaştım. Onu öpünceye kadar bir tepki vermedi ama öptükten sonra kıyamet koptu… Anne ve babası da evdeydiler… Onun bağırmalarından olayı öğrendiler tabii. Beni evden kovdular… Olayı okul müdürüne kadar götürdüler. Müdür babamı çağırdı ve olayı anlattı. İşte hayatım ondan sonra bir işkenceye döndü.” Şimdi omuzları sarsıla sarsıla ağlıyordu.
“Rahat ol Hüseyin… Kendini tutmana gerek yok. İstediğin kadar ağlayabilirsin…” Ona bir kutu kağıt mendil uzattım ve konuşabilecek kadar kendine gelmesini bekledim.
“Ondan sonra neler oldu anlatabilecek misin? Diğer arkadaşların da öğrendiler mi bu durumu?”
“Emre bir daha benimle oturmadı… Müdür bu olayın dallanıp budaklanmasını önlemek için Emre ve ailesinden sessiz olmalarını istemiş. Beni bundan sonra hareketlerime dikkat etmem konusunda uyarırken söyledi. Emre’ye yaklaşmam yasaklanmıştı. Diğer arkadaşlarım hiç öğrenmedi bu durumu… Okul bitinceye kadar yalnız takıldım.” Kesik kesik konuşuyordu… Asıl problemin okulda değil, evde patlak verdiği ve şu döneme kadar süregeldiği ortadaydı.
“Peki ya baban Hüseyin? Onun tepkisi ne oldu?”
“Beni bir hafta okula göndermedi… Odaya kapayıp, her aklına geldiğinde bayıltıncaya kadar kemeriyle dövdü… Annem itiraz ettiğinde onu da dövdü. O zamanlar kız kardeşim dört beş yaşlarındaydı… Sanırım ona da zarar vermesinden korktuğu için annemin elinden çok fazla bir şey gelmiyordu…” Gözyaşları istemsizce akmaya devam ediyordu…
“Sonrasında sana davranışlarında nasıl değişiklikler oldu?”
“Bana bir köpek gibi davranmaya başladı… Zaten içerdi, daha da çok içer oldu… Her gece eve sarhoş gelip, doğduğum güne lanetler okuyarak her bahane ile günlük dayaklarını atıyor. Benimle de kalmıyor, annemi ve Çiçek’i de her fırsatta dövüyor… Keşke hepimizi sadece dövse…” Cümlesini yarım bıraktı ve benimle göz göze gelmemek için pencereden dışarı bakmaya başladı… Sanki gözlerinden her şeyi okuyacağımdan korkuyor gibiydi… Anlaşılan Hüseyin’in hikayesi daha da derindi…
“Ya o ölsün, ya ben öleyim istiyorum… Ailecek başka türlü kurtulamayız o hayvandan.”
Anlattıklarını hazmedip devam edebilmesi için ona biraz zaman vermek istedim. Bir süre sonra başını pencereden bana doğru çevirdi… Ona bir bardak su doldurdum. İtiraz etmeden aldı ve bir dikişte içti… Biraz sakinleştiğine kanaat getirince sordum:
“Hüseyin bana biraz babandan bahsedebilir misin? İsmi, mesleği nedir. Annenle kaç yıllık evliler, ilişkileri nasıl… Senin gözünden karakteri hakkında da bir şeyler duymak istiyorum”
“İsmi Hasan” Hasan ismi beynimde dönüp durmaya başladı… İsmi Hasan… Hasan Oduncu… İsmi Hasan… Hasan Oduncu… Dikkatimi Hüseyin’e vermeliydim… Konuşmaya devam ediyordu… Kulaklarımdan bir Konya lafı geldi, geçti… Konya mı dedi o… Konya mı dedi…
“Hüseyin’ciğim özür dilerim… Konya mı dedin?”
“Evet annemle babam ilk evlendiklerinde Konya’da oturuyorlarmış… Ben beş yaşındayken İstanbul’a taşınmışlar. Babam elektrik ustası… Önceleri kendine ait bir dükkanı vardı.. İçkiye düştükçe işleri azaldı ve satmak zorunda kaldı. Şimdi iş olduğunda inşaatlarda ya da çağırdıklarında evlerde çalışıyor…”
O konuşmaya devam ediyor, benim gözümün önünde bu sefer elektrikçi tabelası dans ediyordu… Bu kadar da olabilir miydi? Kendimi toplamalıydım… Dikkatimi anlattıklarına vermeye çalıştım.
“Beş para etmez adamın tekidir.. İçer içer eve gelir, önüne ne çıkarsa yıkar döker… Artık beni zevk için dövmeye çok alıştı… Sonra da zevki için…” Cümlesi gene havada sallanıyordu… Sabırsızlığımı gizleyemeden sordum:
“Evet Hüseyin, sonra da?!”
“İşte hepimizi dövüyor… Annemin belinde iskemle kırdı… Altı aydır yatıyor bu yüzden… Kardeşim Çiçek artık onu gördüğünde korkudan altına yapıyor… Hemen bir yerlere saklanmak istiyor. Daha dokuz yaşında.”
“Çiçek! Ah küçük Çiçek!” Kalbimin derinliklerinden çok tanıdık bir sızı çıktı ortaya.
“Annen bu haldeyse sizlerle kim ilgileniyor Hüseyin?”
“Annem hastalandığından beri kız kardeşi bizde.” Çocuk gözlerle yüzüme dikkatlice baktı ve devam etti. “Sizce böyle bir ortamda herhangi biri sağlıklı bir ruh durumu içinde olabilir mi? Sizce biz şu anda akıntıya kürek mi sallıyoruz? Belki de onun bu kadar delirmesine sebep olan benim homoseksüel oluşumdur, ben ortadan kalkarsam her şey düzelir gider. En azından annem ve Çiçek kurtulur.”
“Hayır Hüseyin, sakın böyle bir düşünce içine girme… Bunun doğru olmadığını biliyorsun. Öncelikle iyileşmeye odaklan… Homoseksüel olman senin seçimin değil… Bu durum eğer doğuştan beri varsa, saç rengin ya da göz rengin gibi sana özgü bir özellik sadece. Bu seni ahlaksız da, günahkar da yapmaz… Ekonomik kaygılarla transseksüel olmayı seçenleri bunun dışında tutuyorum tabii ki… Ama sakın kendini onlarla bir tutma… En başta sen kendini kabullen… Sonra gerisi gelir… Bunu açıkça söyleyeceğin ya da gizleyeceğin kimseleri bir süre sonra ayırt etmeyi öğreneceksin… Henüz çok gençsin ve koskocaman bir hayat var önünde. Sakın buna takılıp, hayatın yanından geçip gitmesine izin verme”
Hüseyin’in hayret ve minnet karışımı bakışlarını gördüm… Şimdiye kadar kimseden böyle cümleler duymamıştı. Babasının kötü tohum laflarıyla büyümüş, değersizlik ve güvensizlik hisleriyle sarılıp sarmalanmış, sevgiden yoksun bir oğlancıktı… Yirmi yaşında olmasına rağmen yetişkinlik mertebesinin çok uzaklarında, on beş yaşının çukurunda debelenmeye devam ediyordu… Zorba babasına itiraz etmek şöyle dursun, bir de annesine ve kardeşine yapılan eziyetlerin de yükünü üstlenmeyi seçiyordu… Bu suçluluk duvarının altında ezildikçe eziliyordu…
“Hüseyin, baban bana haftada iki kez geleceğini biliyor mu?”
“Hayır bilmiyor… Zuhal abla, Doktor Osman Bey’in yardımcısı, annemin kuzeni. O çok ısrar etti tedavi görmem için…”
“Babanı benimle konuşmaya ikna etmen zor mu olur?” “Mümkün değil bu söylediğiniz!”
“Tamam. O zaman telefon numarasını bırakabilir misin Ayşe ‘ye çıkarken? Sadece dosya bilgileri için lazım… Sakın merak etme onu arayıp senden bahsedecek değilim!... Bu günlük burada bırakalım… Yeterince yordum seni!... Üç gün sonrası için Ayşe sana bir randevu ayarlayacak”
Ayağa kalktım ve ilk geldiği an gibi elini iki avucumun arasında sıktım… Gözlerine bakarken içimden “Korkma çocuk, senin kaybolup gitmene izin vermeyeceğim” dedim. “Anlaştık!” dedi anlamış gibi… Bir an irkildim… Önceki cümleme cevap verdiğini neden sonra anladım…
Günü zor bitirdim… Geri kalan beş hasta da düzenli gelen danışanlarımdı… Hepsiyle de belirli bir aşama kaydetmiştik… Bu yüzden beni çok zorlamadılar… Yoksa beynimin içinde dans eden “Hasan Oduncu, Konya, elektrikçi, dayak, taciz, korku, içki, sarhoş” kelimeleriyle nasıl baş edebilirdim…
Eve gittiğimde endişe, tedirginlik ve huzursuzluk içindeydim. Hızlıca bir şeyler yedikten sonra kendimi yatağa zor attım. Fatih hastalandığımı sandığı için çok endişelendi… Kendime bile söyleyemediğim ihtimalleri onunla nasıl paylaşabilirdim. Ondan hiçbir gizlim saklım olmamıştı şimdiye kadar ama konuşacak gücüm bile olmadığını hissediyordum… Eski kabusların tekrar musallat olacağından korktuğum için gözlerimi kapamaya direniyordum. “Ah anneciğim… Seni ne çok özledim…”
Birdenbire kendimi yeniden yıllar öncesinde, ızdıraplı on yaşımın tam da ortasında buldum… Konya’dayız… Annem beni imam nikahlı kocası Hasan Oduncu’nun ellerinden almaya çalışıyor… Alkol kokan ağzı, salyalar saçarak kahkahalarla gülüyor, gülüyor… Bir elinde benim iç çamaşırım, diğer elinde elbisemin sırtından kedi gibi tutup kaldırdığı ben…
“Ne var biraz piçinin tadına bakmak istediysem canım… Hep aynı kuşun eti yenir mi… Bak taptazecik, daha piliç bile olmamış körpe civciv var elimde…”
Annem avazı çıktığı kadar bağırıyor, ben haykırıyorum… Beni bir sinek gibi duvara fırlatıyor… Ocağın üzerinden, içinde akşam yemeği olan dökme ağır tavayı kapıyor… tavanın içindeki soğanlar, kabaklar domatesler duvarlara, tavanlara bir yelpaze gibi yayılıp yapışıyor… O tava annemin kafasına iniyor, iniyor, iniyor…. Kapıya dayanan komşuları “Aile kavgasına burnunuzu sokmayın!” diyerek gönderiyor… Annem yattığı yerden hiç kalkmıyor… Başından incecik bir kan sızıyor… Yerde sürünerek annemin yanına gidiyorum… “Anne uyan anne… Beni bırakma… Lütfen anne…”
Fatih endişeyle beni sarsarken uyandım… Gözyaşları içindeydim… “Kabus görüyordun herhalde ama geçti canım… Sakin ol!...” diyerek bana sarılıp avutmaya çalışıyordu… Oysa içimdeki on yaşındaki kızı sakinleştirmek o kadar zordu ki… Bir süre daha hıçkırıklarla sarsıldım…
“Ne oldu canım, anlat bana…” Gerçekten korkmuş gözlerle beni seyrediyordu…
“İyi ki yanımdasın!” dedim. Merak etme. Geçmişten kötü bir anıydı sadece… Çok canlıydı rüyamda. Şimdi iyiyim…” Getirdiği bir bardak suyu içtim, başımı tekrar yastığa bıraktım…
Geçmişin karabasanlarını kökten kazımam lazımdı. Yıllardır peşimdeydi, benimleydi, kalbimin, beynimin içindeydi… Nasıl unutabilirdim. Nasıl kaçabilirdim içimde kanayan bu yaradan… Başıma gelenlerin tekrarlanmasına nasıl izin verebilirdim. Hüseyin anlatamadığı halde, ona da küçük kız kardeşine de neler yaptığını çok iyi biliyordum o ahlaksız, o adi, o şerefsiz mahlukun… Sağlam bir vücudu kurtarmak için, kangrenli organın kesilmesi gibi, iltihaplı bir dokunun kazınıp çıkarılması gibi, yok edilmesi, hiç edilmesi lazımdı bu dünyadan…
Gün ağardığında, kabustan sonra hiç uyuyamamış şiş gözlerle kalktım yataktan… Hazırlanıp arabaya binmem saat yediyi buldu… Kafamın içinde hala geçmişin hayaletleri dolanıp duruyordu… Olaydan sonra annem mezara, o hapishaneye gitmişti… Ben de çocuk esirgeme yurduna… Üç yıl sonra çıkan aftan yararlanarak özgür kaldığını duymuştum… Bu olayın ardından karşıma hep iyi insanlar çıkmış, onlar sayesinde üniversiteyi bitirebilmiştim. Hayatımın en büyük hediyesi Fatih’le de, master yaptığım üniversitede tanışmıştık… Yaşam sanki benden aldıklarını telafi etmeye çalışıyor gibiydi. Ta ki yollarımız adını bile ağzıma almak istemediğim o biyolojik atıkla tekrar kesişinceye kadar.
Kimyager bir arkadaşımın laboratuvarından çıkıp, ofise vardığımda, saat dokuzu bulmuştu…
“Günaydın Nazlı Hanım.”
“Günaydın Ayşe’ciğim. Nasılsın bugün?” Kalbimdeki büyük baskı dışarıdan görünüyor mu merak ediyordum. Ayşe her sabah yaptığı gibi, günlük programım konusunda bilgilendiriyordu beni.
“Saat dokuz otuzdan on altı otuza kadar beş danışanla randevunuz var… Saat on yedide diş doktorunuz muayenehanesinde sizi bekliyor olacak. Hatırlatmamı istemiştiniz.”
“Tamam canım… Bugün elektrik sigortalarını kontrol ettirmek istiyorum. Dün geç vakit bir dosyaya bakmak için buraya geri geldiğimde her yer karanlıktı… Sigorta atmış… üst üste dört kez düzeltmek zorunda kaldım… Dün gelen yeni hasta Hüseyin’in babası elektrikçiymiş. Numarasını bırakmasını söylemiştim, bıraktı mı?”
“Evet Nazlı Hanım!... Aramamı ister misiniz?
“Evet. Ama lütfen oğluyla ilgili bir şey söyleme, danışanımız olduğunu bilmiyor. Ha bir de kaçta gelecek, bilgilendir beni”
Hüseyin sonraki iki randevusuna da gelemedi. Babasının, arabası içinde kalp krizi geçirdiğinin bilgisi geldi ofise… Baba sonsuzluğa gittikten sonra, Hüseyin ve ailesi çiçek açmaya başladılar… Altı ay sonra Hüseyin’in depresyonu önemli ölçüde hafiflemiş, aldığı dozlar azalmaya başlamıştı. Daha da sevindirici olanı, üniversite sınavları için tekrar çalışmaya başlamıştı… Düzenli olarak bana gelmeye devam ediyordu… Gözlerindeki ışık kendini yavaştan ortaya çıkarıyordu. Kız kardeşi Çiçek’le iyi bir pedagog arkadaşım ilgilenmeye başlamıştı… Korkularını ve kötü anılarını çocuk kalbinin derinlerinden söküp atmak daha zor olacaktı… Ancak kabusları azalmış, oyuncakları ve sokaktaki arkadaşlarıyla yeniden bir araya gelmişti… Hüseyin’in annesi için, Doktor Osman Bey’in bir nörolog arkadaşı devreye girmiş; ufak bir cerrahi müdahale ve fizyoterapist dokunuşlarıyla ayağa kalkmıştı bile… Bu güzel aileyi tanıyanlar, ellerinden geldiği kadar onların ihtiyaçlarını gidermeye çalışıyorlardı…
Bana gelince… Bazı sırların sır olarak kalmasının herkes için en iyisi olduğunu düşünmeye başlamıştım… Hayatımdaki en gizli ayrıntılara bile vakıf olan canım kocam Fatih, son altı ayda içimde yaşadığım fırtınalı vicdan muhasebelerinden habersizdi. Hasan Oduncu’nun ofisimdeki elektrik sigortalarını tamire geldiğinden; sigorta kutusunun kapağına, kim bilir nasıl yayılmış yağın ellerine bulaştığını görünce yıkamak istediğinden; lavabonun aynasının önündeki rafa önceden koyduğum, içinde on damla siyanür olan elli mililitrelik minyatür viski şişeciğini görünce dayanamayıp cebine attığından; evine dönmeyi bekleyemeden daha arabanın içinde seyir halindeyken viskiyi kafaya diktiğinden ve dakikalar içinde kanının oksijensiz kalması nedeniyle kalp krizi geçirip öldüğünden de kimsenin haberinin olması gerekmiyordu.
Suçlu hissediyor muydum? Açıkçası kendimi suçlu hissetmeye zorluyordum. Sonuçta bir insan ölmüştü. Peki benim yüzümden mi?... Lavaboda aynanın önünde duran ve kendine ait olmayan minyatür viski şişeciğini cebine atması için ben mi zorlamıştım? Yoksa kendi hırsı, bencilliği, önüne geçemediği haris kişiliği miydi asıl celladı…
Bu düşünceler kafamda dans ederken, masamın üzerindeki, üçlü takım halinde olması gereken ancak bir tanesi eksilmiş minyatür şişeciklere gözüm takıldı. Bir tanesini alıp, işaret ve baş parmaklarımın arasında tutarak incelemeye başladım… Kapağını açtım ve yukarıda görünmeyen bir noktada belki de beni izleyen kabuslarımın kahramanına doğru kaldırarak yüksek sesle bağırdım:
“Şerefine Hasan Oduncu!”
Pencereden yansıyan güneş ışınları, şişenin üzerinde küçük pırıltılar ve gökkuşakları oluşturarak kimsenin haberdar olmadığı önemli bir günü kutluyorlardı sanki… Benim dışımda kimsenin haberdar olmadığı, ancak birçok kişinin hayatını değiştiren bir günü…
İpek Çerçi Akar