10 Mar
İYİ Kİ EŞİT DEĞİLİZ

İYİ Kİ EŞİT DEĞİLİZ  

       

        Hoş geldin sevgili okur… Bir “8 Mart Dünya Kadınlar Günü” daha geride kaldı… Çıkış noktası 1857'de New York'taki tekstil sektöründe çalışmakta olan kadınların, çalışma şartlarını düzeltmek amacıyla yaptıkları bir grevdi.. Bu grev sırasında, içinde bulundukları fabrikada büyük bir yangın çıkmış, çoğu kadın olan 129 emekçi, fabrika önüne kurulan barikatlar nedeniyle elim bir şekilde hayatlarını kaybetmişti... 1910'da Danimarka'nın Kopenhag kentinde düzenlenen II. Sosyalist Enternasyonal toplantısında Clara Zetkin'in önerisiyle, 8 Mart 1857'de hayatlarını kaybeden kadınların, kadın hakları mücadelesinin sembolü olmasına ve bu günün de "Kadın Günü" olarak anılmasına karar verildi...   1977'de Birleşmiş Milletler de 8 Martın "Dünya kadınlar günü" olarak kutlanmasını onayladı... Bugün bu tarih birçok ülkede resmi tatildir... İlk başlarda sosyalist ülkelerde "Emekçi Kadınlar Günü" olarak anılsa da "Dünya Kadınlar Günü" olarak da bilinmektedir..         

        Bir kadın olarak, Dünya gezegeni üzerinde  bir “Kadınlar Günü” ihtiyacının olması konusunda büyük üzüntü duyduğumu söylemeliyim… 8 Mart günü boyunca etkin eril ağızların bıyıklarının altından, aslında kadınların ne kadar gerekli bir tür olduğu hakkında konuşmalar yapılması; dinin, korunmaya muhtaç kadına bakış açısını anlatan programlar hazırlanması; hemcinslerimin avaz avaz “biz varız ve buradayız, bizi de görün!..” sonucuna ulaşan haykırışları, aslında böyle bir güne neden gereksinim duyulduğunun tam da cevabı gibi…   Tabii ki sadece bir gün boyunca sorunların ortaya dökülmesi ile, akıntıya kürek çekmekten öteye gidilemeyeceği de aşikar...        

        Bu durum dünyanın başlangıcından beri böyle miydi?... Tabii ki hayır… Milattan önceki, işaretlerine ulaşılabilen ilk çağlardan beri kadın, bolluk ve bereketin, doğurganlığın sembolüydü… Neolitik çağdan itibaren kadına, tanrısal yaratıcılıkla ilişkilendirilmiş kutsal bir anlam yüklenmiş; “ana tanrıça“ kavramı, anaerkil toplumların özünü oluşturmuştu…  İslamiyet öncesi Türk toplumlarında da kadın çok değerliydi… Hep erkeği ile yan yana ve aynı konumdaydı…  Çok bilinen bir hikayede, Cengiz Han’ın halkına hitap ederken, yanı başında duran eşini göstererek: “Ben sizin hanınızım, bu da benim ‘han’ım!...” dediği söylenir… “Hanım” kelimesi, bir rivayete göre de buradan türemiştir…           

        Zamanla gelişen yerleşik düzenin sonucu olarak, sınır savaşlarının başlamasıyla fiziksel güç ön plana çıkmış; özel mülkiyet kavramıyla beraber, güçsüzlerin köleleştirilmesi ve sınıf ayırımları başlamış; din ise toplumların ataerkil yanlarını doruk noktasına ulaştırmıştır… Kadınlar statülerinde büyük bir düşüş yaşamışlar; ikinci sınıf vatandaş olarak toplumdaki yerlerini kabul etmek zorunda bırakılmışlardır…         

        Kadınların ana tanrıça konumunda olmaya devam etmeleri de, erkeklerin birinci sınıf vatandaş olmaları kadar adaletsiz olurdu diye düşünüyorum… Dünyada olma misyonumuz cinsiyet üstünlüklerimizi ya da farklılıklarımızı savaştırmak değil tabii ki… Aksine farklar ya da zıtlıklar bir araya geldiğinde bütünlük ortaya çıkar… Zıt kutupların birbirini çekmesinin mantığı da bu olsa gerek… Doğadaki denge de zıtlıklar üzerine kurulmamış mıdır… Yaz ve kış, gece ve gündüz, sıcak ve soğuk… Biri olmadan diğerinin varlığı hissedilebilir mi?...  Uzak doğu felsefesinde “Yin ve Yang”, birbirlerinin tersi olan iki gücü temsil eder… Bu iki güç, hem tamamen farklı, hem de iç içedir… Birbirlerinin oluş nedenleridir… Birbirlerini besler ve harekete geçirirler… Yin, dişil, karanlık edilgen ve pasif; Yang, eril, aydınlık, etkin ve aktiftir… 

        Kadın ve erkek anatomik, nörolojik ve duygusal olarak eşit yaratılmamışlardır... Bunun altında salgıladıkları hormonlar, beyinlerinin işleyiş biçimleri ve doğanın onlara doğuştan verdikleri misyonlar yatar. Kadınların hayata bakışları , erkeklerden farklı olarak  daha detaycı ve derindir... Bunun içine, duygular, renkler, sezgiler, kokular, sesler, olan ve olmakta olan ihtimaller, gözlem ve değerlendirmeler de girer...   Erkekler ise, sayılar, somut olgular, görünen ve elle tutulan üç boyutlu kavramsal bakış açıları ile olayları değerlendirirler... Kadınların yaratıcı, erkeklerin olanı koruyucu içgüdüleri gelişmiştir...   Anatomileri de bunu destekler; salgıladıkları hormonlar da duygusal yapılarını bu yönde şekillendirir... 

        Kadınların hep çok konuştuğundan bahsedilir... Bunda doğruluk payı vardır... Nedeni de kadınları uyaran çok fazla etken olmasında yatar... Bir kadına bugün hava nasıl diye sorduğunuzda, size bir erkeğin yapacağı gibi tek kelime ile "güneşli" demeyecektir...  Güneşin hissettirdiği tatlı sıcaklıktan, denizdeki sakin dalgalardaki pırıltılardan, hafif esen rüzgarın taşıdığı çiçek kokularından, harika bir yürüyüş havası olduğundan da bahsedecektir... Tüm duyu organlarına hitap eden, yaratıcılık ve estetik gerektiren her türlü konu, kadınların ilgi alanlarına girer... Bu nedenle heyecan duyarak  ilgilenecekleri ve kendilerini her zaman  oyalayabilecekleri çok fazla aktivite bulabilirler... Erkeklerde bu kadar yoğun uyaran olmadığı için, ilgi duydukları konular sınırlıdır ve heyecanı spor karşılaşmalarını seyrederek ya da kendileri deneyimleyerek yaşamayı seçerler... Satranç, briç, tavla, maket gibi matematik zekayı çalıştıracak uğraşlar da onları mutlu eder... Ancak kendilerine yetme söz konusu olduğunda, kadınların daha avantajlı olmasının nedeni budur... Bu nedenle evli çiftlerde, erkeğin dünyayı tasvir etmesine yardım eden yedinci duyusunun, eşi olduğunu düşünmüşümdür hep...  Konu yön ve yol bulmaya geldiğinde ise, benim gibi çoğu kadın için de olduğu gibi, gene eşlerimizin pusula görevi gördüğünden eminim...  

        İyi ki eşit değiliz… Bu sayede farklılıklarımızla ve farkındalıklarımızla birbirimizin oluş nedeni olabiliriz…  Biz kadınlarda ağır basan duygusallık, sezgisel anlayış ve yaratıcı zeka; siz erkeklerdeki analitik düşünce, matematik zeka ve üç boyutlu algı ile birleştiğinde, bütünlüğü sağlar, dengeyi kurar, renk- ahenk ve armoniye ulaşabiliriz… Birbirimizin gölgede kalan yanlarını ortaya çıkarır; aydınlık yanlarını daha da parlatırız…         

        Yüzyıllardır erkek egemen toplumlarda, kadınlara karşı kısıtlayıcı ve zulüm içeren yaptırımlarla süregelen, güç ve üstünlük sevdasının altında yatan nedeni biliyoruz: “Var olduğunu hissetme ve hissettirme çabası…”  Ancak biz insanlık olarak, artık bunun çok ötesinde bir noktada olabilmeliyiz… Özümüzdeki tanrısallıkla, birbirimizi savaşmadan, zarar vermeden, yok etmeden, empatiyle, sevgiyle, bütünleyerek var edebiliriz… İhtiyacımız olan sadece, açık bir kalp; sevgi dolu bir ruh; berrak ve doğmalardan arınmış bir zihin…         

        İyi ki eşit değiliz…         

        Sevgiyle, hoşça kal!...         


        İpek Çerçi Akar

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.