07 May
MİSAFİR KOKUSU

MİSAFİR KOKUSU

         Hoş geldin sevgili okuyucu… Pandemi maalesef sosyal yaşam alışkanlıklarımızı kökünden değiştirdi. Dilimize bile yerleşmiş olan “Türk misafirperverliği” deyimi sanırım bir süre sonra raflara kalkacak… Ne yazık ki bu günlerde nezaket, incelik ve düşüncelilik, en sevdiklerinle bile mümkün olduğu kadar yakınlaşmamayı gerektiriyor.

         Eskiye özlem, herkes için hiç olmadığı kadar zirve yapmış durumda… Ben de şu sıralar kendimi sıkça geçmişte yakalıyorum… Bugün de, çocukluk ve gençlik dönemlerimdeki, annem ve anneannemin “kabul günleri” geldi aklıma… O zamanlar, her kadın ayın bir gününü kabul günü olarak ilan eder ve isteyen tüm arkadaşları da o gün, haber vermeye gerek duymadan kapıyı çalardı… Bir gün öncesinden hazırlıklar yapılır, ev temizlenirdi… Okul çıkışı evdeki pasta böreğin hayali kurulur; gelen misafir çocuklarıyla ilgilenmek işi de, evin nüfusuna kayıtlı olan ufaklıklara düşerdi…

         Annemin kabul günü ayın yirmisinde, anneanneminki ise on yedisindeydi. Anneannem çok sosyal ve sevilen bir kadındı. Bu nedenle kabul günleri aşırı kalabalık geçerdi… Annem ve teyzem mutlaka o günlerde anneanneme yardıma giderlerdi… Bazı günler öyle kalabalık olurdu ki, komşulardan iskemle almak zorunluluğu doğardı… Her gelen konuk birkaç saat kalırdı ve salon yaklaşık iki ya da üç kez misafir döngüsü yaşardı. Dedem eve mümkün olduğu kadar geç gelmeye çalışırdı… Bazen, eğer fazla dersimiz yoksa, ablamla ben de okul sonrası anneanneme giderdik… En son misafir de yolcu edildikten sonra, akşam babam bizi almak için geldiğinde, tüm aile bu vesile ile toplanmış olur; çay ve arta kalan ikramlar eşliğinde neşeyle günün kritiğini yapardık…

          Salonun orta sehpasındaki, dedemin mevsimine göre her akşam elinde getirdiği sümbüllerin, şakayıkların, nergislerin misler gibi kokusu, konukların arkalarında bıraktığı parfüm ve pastaların vanilya kokusuna karışırdı… Ben buna “misafir kokusu” derdim… O dönemlerde evlerde gümüş tabaklarda çeşitli markalarda sigaraları paketleriyle dizmek ve ikram etmek nezaket sayılırdı… Bu nedenle “misafir kokusunda” azıcık sigara da olduğunu söylemek zorundayım. Buna rağmen bu kokuya bayılırdım… Bana neşe ve coşku verirdi... Şimdi bile ne zaman bu kokuyu duysam, kabul günlerinin sonunda, ailenin şimdi aramızda olmayan kalabalık üyeleriyle birlikte yaptığımız neşeli ve coşkulu güzel sohbetler gelir aklıma…

         Kabul günlerinde eve gelen arkadaşların ziyaretlerine de karşılık vermek gerekirdi doğal olarak. Anneannem sabah günlük ev işlerini ve akşam yemeğini yapar, daha sonra da giyinip süslenerek günlük ziyaretlerine başlardı. Kendi kabul gününü onurlandıran hiçbir arkadaşını atlayarak gücendirmek istemezdi… Bu nedenle çakışan kabul günlerinin olduğu bazı zamanlar, aynı günde üç ya da dört ziyareti tamamladığına şahit olmuşumdur… Bundan hiç gocunmaz, enerjisi hiç tükenmez, aksine sanki her günün sonunda yenilenirdi… Arkadaşlarının her türlü sorununa çare olmaya çalışır; bekarları evlendirmeyi kendine görev edinir; çocukları sevindirmek için çantasını şekerlerle doldururdu… Tüm bunların yanında küçük dikiş odasında tüm aileye dikişler dikmek; ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşmak ve o zamanlar hayatta olan anne ve babası ile ilgilenmek için gereken zamanı nasıl bulurdu; bu da ayrı bir konu…

          Annem ve anneannemin aşırı hızlı sosyal hayatı bana çok zor gelirdi… Salonda kırk kişi aynı anda konuşurken her birini nasıl duyuyor ve nasıl cevap verebiliyorlardı… Kime kahve, kime çay ikram ettiklerini düşünürken kafaları karışmıyor muydu? Bu kadar pasta ve böreği yapmayı nasıl öğrenmişlerdi?  Kabul gününün ayın kaçında yapılacağına resmi makamlar mı karar veriyordu? Bu tarihi almak için valiliğe mi, belediyeye mi başvurmak gerekiyordu… Tüm bu sorulara uzun bir süre kafa yorduğumu itiraf ediyorum.…

         En sonunda biz de büyüdük ve kirlendi Dünya… Bir x kuşağı çocuğu olarak kendimi çok şanslı görüyorum… İletişim teknolojisinin kablolu ev telefonu ve telgraf ile sınırlı olduğu ve insan ilişkilerine en büyük değerin verildiği bir dönemi yaşadık biz… Teknoloji ve toplumsal değişimlerle beraber gerçekleşen, kırılma ve bozulma noktalarına da hala şahitlik etmeye devam ediyoruz… Dünyanın bir daha eskisi gibi olmayacağı bir gerçek… Gittikçe daha bireysel bir hayata doğru gidildiğinin işaretleri bize bunu kanıtlıyor…

         Her şeye rağmen, ben Z kuşağına ve sonrasındaki jenerasyona güvenmeyi seçiyorum… Onlar bizlerin yaşadıklarını yaşamadılar ve yaşadıklarının normal olup olmadığı konusunda bir fikre sahip de değiller… Ancak görüyorlar, fark ediyorlar ve sorguluyorlar… Sezgileri neyin nasıl olması gerektiği konusunda onlara yol gösterecek…

         Bulutlar var… Ama arkasında güneş olduğunu da hepimiz biliyoruz…

         Umutla ve hoşça kal sevgili okuyucu


         İpek Çerçi Akar

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.