04 Mar
SÜTLÜ KAHVE

SÜTLÜ KAHVE 

       Merhaba sevgili okuyucu… Her zaman olduğu gibi, şekersiz ve az sütlü kahvemle birlikte karşındayım… Filtre ya da -en doğalı- Türk kahvesinin migren üzerindeki sihirli etkisini kendi üzerimde keşfettiğimden bu yana, sabah ritüellerime kahveyi de eklemiş bulunuyorum… Ancak sade değil, dozunda laktozsuz sütle birlikte… Sütün, kahvenin lezzetini azaltmadan keskinliğini yumuşatması ve içimini kolaylaştırması hoşuma gidiyor. Vejetaryenlikten, veganlığa doğru giden bir patikaya girdiğimi hissettiğim şu günlerde, süte  alternatif aramam gerektiğini de hissetmiyor değilim… 

       Kahvede olduğu gibi, hayattaki tüm keskin lezzetlerin, hislerin, düşüncelerin, felsefelerin, ideolojilerin dozunda yumuşatılmasından yanayım… Her birine azıcık süt eklenmeli, rahatsızlık veren sivrilikler yontulmalı, katılıklar esnetilmeli…

        Eşim koyu bir Fenerbahçe hayranıdır… Özellikle basket turnuvalarında evde hayat durur; sosyal hayat planları maç takvimine göre yapılır; bira ve cips hazırlıklarından sonra ekrana kilitlenilir… Aynı durum, içinde Roger Federer’in de yarıştığı büyük tenis turnuvaları için de geçerlidir… Hele rakibi Novak Djokovic olduğunda, ben ayaklarımın ucuna basa basa evin tenha bir köşesine gitmeyi tercih ederim… Kazanan Djokovic ise evde birkaç gün yas olması kaçınılmazdır… Yukarıdaki gözlemlerimi okuduğunda, eşimin “Ama ben fanatik değilim ki!...” dediğini duyar gibi oluyorum… Doğru, Fenerbahçe’ye de, Federer’e de olan bağlılıkları, henüz o düzeye erişmiş değil… 

       Benim tarafımdan bakıldığında ise, tuttuğum takımı soranlara cevabım daima “Bir önceki yılın şampiyonu” olmuştur… Biliyorum taraftarlık anlayışına ters bir cevap ancak aynı zamanda çalışmayı ve çabayı ödüllendiren bir bakış açısı… Bana göre herhangi bir konuda yarış ya da rekabet, sadece insanın kendi kendisi ile, gelişmesini hızlandırmak için olmalı… Çok mu ütopik?... 

       Fanatizmin kelime anlamı araştırıldığında, “Bir dine, bir öğretiye, bir kimseye, bir şeye çok aşırı ölçüde, coşku ve tutkuyla bağlılık, insanı bu konularda aşırılıklara sürükleyen körü körüne yandaşlık.” tanımı çıkar. ‘Coşku’nun yaşam sevinci ile bir bağlantısı olduğu doğrudur… Ancak süt katılmamış tutku, peşinden ‘körü körüne’ deyimini de sürükleyerek, ele geçirdiği insanın algılarını köreltip, vizyonunu daraltır. Belki biyolojik değil ama psikolojik körlüğe neden olur…   Düşünme, değerlendirme, süzme yetilerini yok eder, katılaştırır; dizginler başkalarının eline geçtiği için robotlaştırır; her çeşit bağımlılıkta olduğu gibi aslında özgürlük alanını daraltır;  gelişimi, yenilenmeyi önler…

        Gelişim, ya olanın üzerine yapılan katkı, ya da olanın geçersizliğini görüp daha iyisi ile değiştirilerek oluşturulur… İki yolda, da güncelleme, yenileme söz konusudur… Bunun için  ilk şart, düşüncelerde esnekliktir… Başka türlü değişim de, gelişim de meydana gelmez… Buna karşın değişim, ne yapılırsa yapılsın önlenemez… Eninde sonunda kör olan gözler açılır; bulanık olan sular akacak yol bulur, berraklaşır… Herakleitos yüzyıllar öncesinden bunu görüp “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir” şeklinde saptamasını yapmıştır… Ancak dünyada kontrol edemediğimiz tek değer  olan zaman içinde, gözlerin ve algıların  açılma sürecinin ne kadar hızlı olacağı tartışılır… 

       Belki uçlardaki renklerin arasına tonlar eklemek, katı fikirlerin arasına daha yumuşakları arkadaş olarak oturtmak, sivri düşünceleri yontup, keskin duyguların verdiği acı tadı azıcık sütle dengelemek yerinde olacaktır… 

        Şimdilik, sevgiyle, hoşça kal sevgili okuyucu… 

        İpek Çerçi Akar  

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.