25 Apr
SAKIZ



SAKIZ         

Merhaba sevgili okuyucu… Bugün içimde hüzün, acı, özlem, çaresizlik ve rahatlama duyguları, hep beraber koşturup duruyorlar. Öyle ki, en baskın olan hangisi çözemiyorum bile… Sakız’dan bahsedeceğim biraz… Bunu fazlasıyla hak ediyor…

         Yaşadığım ev, Antalya’nın merkezine on dakika uzaklıkta ve ormanlık bir alanda… Belediyenin toplayıp kısırlaştırdığı sokak hayvanlarını, kulaklarına küpe takarak bıraktığı birkaç bölgeden birisi burası… Satın aldıkları ya da sahiplendikleri hayvanlara çeşitli nedenlerden dolayı bakmaktan vaz geçen ayran gönüllü yurdum insanları da, dört patili çocuklarını buraya terk ediyorlar… Sanıyorlar ki orman onları koruyacak ve besleyecek… Oysa köpekler kediler gibi avcı değildir ve kendi yiyeceklerini bulmaktan aciz hayvanlardır… Dere ya da akarsu olmadığı için susuz kalırlar ve Antalya’nın sıcağında kavrulurlar… Ormandaki birçok evsiz hayvan çetelerinin, bölge koruma saldırıları ile mücadele ederler… Yaban domuzlarından bahsetmiyorum bile…  Onların hayatta kalması çöplerden buldukları yiyeceklere ve piknikçilerin insafına bağlıdır… İyi niyetli ve vicdanlı birkaç hayvan sever, düzenli olarak beslemeye çalışsalar da, sürekli terk edilen köpeciklerin artan nüfusları yüzünden, hepsine yetişmeleri imkansız… Biz de yıllar önce, ormandaki dört patili bir anne ve yavrularının sorumluluğunu ve bakımlarını üstlenmiştik… Eşim düzenli olarak her sabah aynı saatte, onların ormanda bulunduğu noktaya mama ve sularını götürür…

         Bundan üç yıl dört ay önce, eşim ormandaki çocukları besledikten sonra arabayla eve dönerken ona rastlamış. Açık renkli güzel bir pitbull kırması olduğu için dikkatini çekmiş. Yolun kenarında bir deri bir kemik yiyecek aranıyormuş… Yanında mama olduğu için vicdanı rahat etmemiş ve bir miktar mama ve su bırakmış… O kadar açmış ki, mamayı anında silip süpürmüş...

         Eşim eve döndüğünde zavallının dökülmüş tüylerinden ve kaşınmaktan oluşan yaralarından bahsetti… Uyuz olduğunu anladık ve emektar veterinerimizi çağırarak tedavisi için ilk enjeksiyonunu yaptırdık. Ancak eşim ertesi gün gittiğinde, bulunduğu yerde olmadığını görmüş… Merak edip etrafta soruşturunca, ormandaki hayvanları düzenli besleyen bir hayvan severin alıp barınağa bıraktığını öğrendik ve çok üzüldük… Çünkü barınağa giden hayvanların çok fazla şansları olmadığını biliyoruz… Ne şanstır ki, bizim bu çocukla ilgilendiğimizi duyan aynı kişi, vicdanı elvermediği için aynı gün hayvanı tekrar barınaktan alıp ormanda eski durduğu noktaya bırakmış.

         Eşim onu tekrar beslemek için gittiğinde, hayvancık pek sevinmiş… Yemekten çok, kendisini eşime sevdirmekle ilgilenmiş… Genelde ormandaki terk edilmiş dört patililere mama bıraksak da, duygusal bağ oluşturmamaya çalışıyoruz. Çünkü sayıca çok fazlalar ve bunun devamını getiremediğimizde tekrar terk edilme travması yaşasınlar istemiyoruz. Bu nedenle eşim hızlıca arabaya geri dönmek isterken, onun kendisinden önce arabaya gelip binmeye çalıştığını görmüş… Onu alıp yeniden mamaların yanına götürmüş ancak o ısrarla arabaya geri gelmiş. Aynı olay birkaç kez üst üste tekrarlanmış ve eşim pes ederek onun arabaya binmesine izin vermiş.

         Evdeki üç köpek ve çokça kediden oluşmuş bol dört patili nüfusla kotamızı doldurduğumuzu düşünürken, eşimin arabadan bir pitbull kırması ile çıkması, doğal olarak bende küçük bir şoka sebep oldu… Ancak o konuşan derin bakışlara en sert yürek bile dayanamazdı kanımca… Evin yan tarafındaki dar verandaya bir kulübe koyup, uyuzunu tedavi edip biraz da kilo aldırdıktan sonra iyi bir aileye yuvalandırırız diye düşündük… Kulağında küpe olmadığı için belediye tarafından bırakılmadığını ve ailesi tarafından terk edilmiş şanssız bir yavrucak olduğunu anlamıştık… Üstelik insanlara alışıktı ve birlikte olabilmek için takdire şayan bir çaba  sarf etmişti… Onu, ısrarcı  karakterine en uygun isimle onurlandırdık: “Sakız”

         Kısa sürede ailenin diğer dört patili üyelerine ve günlük ritmimize uyum sağladı… Çok sevecen, insancıl ve yumuşak karakterli bir çocuktu… Onu nasıl terk etmişlerdi, anlamak mümkün değildi…  Bir süre sonra geçici misafirlikten aile üyeliğine, kendiliğinden, yumuşak bir geçiş yaptı.

         Günlük orman yürüyüşümüze bizim dört patililerle birlikte, komşu ahalininkiler de katıldığı için, altı yedi köpek ve sekiz on kediden oluşmuş bir ordu ile turumuzu tamamlardık… Sakız, geride kalan kedilerden çok uzaklaştığımızda tedirgin olur, yürümeyi reddeder, onlar bize ulaşıncaya kadar oturur beklerdi. Kediler gruba vardığında ise burnuyla onları sürünün içine iter ve hep göz önünde olmalarını isterdi. Kavga eden kedileri ayırır; yüksek sesle konuşulduğunda havlayarak uyarırdı...  Ani el kol hareketlerinden hiç hoşlanmaz; büyük ihtimalle bizden önceki kötü deneyimlerinin anılarıyla, rahatsızlığını gösterirdi…

           Doğal bir anne içgüdüsüne sahipti… Annesinin terk ettiği iki ya da üç aylık bir yavru kedi onu annesi olarak seçmişti… Sadece onun yanında kendini güvende hissediyor; Sakız’la yürüyüşe çıktığımızda kulübesinin önünde onu bekliyor, geri döndüğümüzde birbirlerini yalayıp öperek içeriye geri giriyorlardı. Bütün bir kış boyunca küçük pisiyi kulübesinde, sıcaklığı ile sarıp sarmalayarak korudu; öpüp koklayıp yalayarak temizledi ve büyüttü…

         Kendini sevdirmeye doyamaz, okşanmaya, dokunmaya bayılırdı. O mutlu olduğunda biz de mutlu oluyorduk ancak hareketlerinin gittikçe yavaşladığının farkındaydık. Bize geldiği ilk dönemlerdeki veteriner kontrollerinde “Leishmania” saptanmıştı…  Bu, kanın kırmızı hücrelerine yerleşen bir tür parazitti… Tamamen tedavisi yapılamıyordu… Hastalığın aktif dönemlerinde alyuvarlarda çoğalan parazitler kan hücrelerini parçalıyor, kansız bırakıyor, organlara yeterli oksijen gidemiyor, hücre harabiyeti nedeniyle biriken toksinler tüm sisteme zarar veriyordu… İlaçlarla parazitler baskılandığında hastalık uykuya dalıyordu ancak immün sistemin zayıf olduğu her an aktifleşiyor ve her atak daha ağır geçiyor, hastalık gittikçe ilerliyordu… Tatarcık denilen bir tür sivrisinek tarafından, kan yolu ile bulaşıyordu. Bu nedenle evdeki diğer dört patililer de risk altındaydı… Veterinerimiz, yurt dışında bu hastalığın saptandığı anda, köpeklerin uyutulduğundan bahsetmişti…

         İlk iş olarak, bu sineği uzaklaştıran ilaçlı tasmalardan edinerek diğer dört patilileri korumaya aldık… Ancak uyutma ihtimalinin üzerinde bile durmadık… Tedavi araştırmalarına başladık… Evet tedavisi yoktu ama, belki savunma sistemini güçlendirirsek, hastalığı uzun süre boyunca uyutabilirdik… Bu nedenle destek olabilecek, vitaminler, mineraller, özel doğal bitkisel ilaçları denedik… Buna rağmen sıkça enfeksiyon gelişiyor ve antibiyotik iğneler gerekiyordu… Tabii ki tüm bu iğneleri doktor kimliğimle -ondan özürler dileyerek- ben yapıyordum… Canı çok acıyordu ancak onun iyiliği için yapıldığının farkındaydı… Bazen günde üç ya da dört enjeksiyonu arka arkaya yapmak zorunda kalıyordum… Bir süre sonra bunlar günlük  rutini haline geldi… Canını yaktığım için çok üzüldüğümü anlıyordu sanki… Sonrasında gözümün içine “sorun yok” der gibi bakıyor, beni öpmeye çalışıyordu… Cesur savaşçımdı benim o…

         Bizimle geçirdiği ilk iki yıldan sonra hastalık kontrolden çıktı ve Sakız’ın gözümüzün önünde hızla erimesini seyretmek zorunda kaldık… Detay vererek sizi üzmek istemiyorum… İnsanın sevdiği bir canlının iyileşmesine dair umudu hiç bitmiyor…  Biz de sürekli yeni çareler arayışı içindeydik… Eğer yemek yemeye devam ediyorsa, biz de mücadeleye devam edecektik… Biz beraber o kadar çok badire atlatmıştık ki…

         En sonunda yemek yemeyi de bıraktı… Gene görmezlikten geldik… Mutlaka bulabileceğimiz, kolay yiyebileceği farklı tatlar, seveceği yeni mamalar olmalıydı… Ancak ona hiçbir yardımımız olmuyordu… Kulübesi, kapısı kapalı bir verandanın içinde olmasaydı, bizim onu her şeye rağmen dünyada tutma çabamızdan kurtulmak için, eminim güçsüz ayaklarını sürüyerek ormanın derinliklerine gider ve meleklerin gelip onu götürmesi için beklerdi… Aklıma bu düşünce geldiği an, bittiğini anladım… Sakızımın gözlerine bakarak istiyorsa gitmekte özgür olduğunu söyledim… Eğer bu dünyaya bizlerle ilgili bir misyonla geldiyse, başarıyla tamamlamıştı… Artık acı çekmesine gerek yoktu… Bizleri düşünmemeliydi… İçi rahat olmalıydı… O zaten istediği an bizim yanımızda olacaktı… Kanatlarını takmasına engel olmayacaktık… Bize kattığı tüm güzellikler için teşekkür ediyorduk ona…

         Ertesi sabah elim kalbimde uyandım. Hala hayattaydı… İçimde küçük bir sevinç kıvılcımı parladı ve söndü… Öğleden sonra eşim onu yürüyüşe çıkarmak istedi… Bir süre sonra, bahçeden telefonla beni aradığında sesi endişe ile doluydu. Sakız iyi değildi… Arabaya taşıyıp veterinere götürdük…

         Maalesef kendi kendisine takamadığı kanatları, bizim takmamızı istemişti…

         Evet bedenin ölümlü, ruhun ölümsüz olduğunun farkındayım… Sakız’ın sadece düşüncelerimizde ve kalbimizde değil, enerjisel olarak da yanımızda olacağını biliyorum. Şu anda ruhu bedeninden özgür, acılarından arınmış, neşe içinde koşturduğundan da eminim… Buna rağmen akan gözyaşlarımın nedeni nedir diye soruyorum kalbime...

         Büyük ihtimalle onun yokluğunun vereceği acı nedeniyle kendime ve sadece bencilliğimden ağlıyorum.

         Ben kendimi affediyorum… Sen de beni affet Sakız’ım…

         Sevgiyle…


         İpek Çerçi Akar

Yorumlar
* Bu e-posta internet sitesinde yayınlanmayacaktır.